Salzburg’da yaşama sevinci

22 Ağustos 2018 Çarşamba

Adaletsizliğin, işsizliğin, ekonomik krizin, gelecek endişesinin insanları hayattan bezdirdiği, tüm yaşama sevincini yok etmeye çalıştığı bir ortamda; dünyadaki ve ülkemdeki çağdaş, aydınlık, nitelikli olayları sizlerle paylaşmaya hâlâ inat ediyorum diye kendime sık sık soruyorum... Sorumun tek yanıtı var: Başka türlüsünü bilemediğimden...  İnsanın yaşama sevincini zirveye taşıyan Salzburg Festivali’nden geçen yazıda “Salome”yi paylaşmıştım. Şimdi sıra çok çarpıcı iki yeni prodüksiyonda...

Aşk mı, kumar mı

Puşkin’in öyküsünden Çaykovski’nin bestesi “Pique Dame” (Maça Kızı) operası bir zamanların avant-garde en yenilikçi Hans Neuenfels tarafından sahneye konmuştu. Yaş 77 ama farklılıklardan, aykırı buluşlardan hiç vazgeçmiyor.

Çok koyu renk bir sahne tasarımında cart renklerden oluşan kostümler; koroyu ve solistleri ileri geri yürüyen platformlarda sahneye taşıması; Korolara soyut kukla hareketleri vermesi... Rus duygusallığı kadar ilerideki Sovyet disiplinine de işaret etmesi: Çocuk korosunu geleceğin askerleri gibi göstermesi... Koronun mayolarıyla toplu yüzme spor seansları vb... Bunların hiçbiri Mariss Jansons yönetimindeki Viyana Filarmoni’nin yorumunu gölgelemeyecekti.
Kumara düşkün Herman (Amerikalı tenor Brandon Janovich) ile rahat güvenceli evliliğe hazırlanan Lisa (Rus soprano Evgenia Muraveva) arasında ansızın alevlenen aşkta, tutkuyu değilse de risk almayı öne çıkaran bir yorum izledik. İki solist de hem oyunculuklarıyla hem sesleriyle muhteşemdi ama ikisi arasındaki o tutkuya nedense dokunamadım. Belki de sahne üstündeki “buluş” çokluğundan... Kumarda galibiyetin sırrını taşıyan yaşlı ‘kontes’ rolünde Alman Mezzo Soprano Hanna Schwarz, yıllara meydan okuyordu...
Sahnede fondaki beyaz perdede ya da aşk mı kumar mı ikilemindeki Herman’ın arşınladığı St. Petersburg sokaklarında dolaştık... Sonunda Lisa nasıl intihar etti dersiniz? Perdedeki gölgesini çekip alıverdi! Hepsi bu! Müthişti! İntihar değil, yönetmenin buluşları ve müziğin gücü...

Cecilia Bartoli fenomeni

Bugüne dek bunca gülerek, bunca coşkulu, bunca kahkahalar atarak bir opera temsili izlememiştim. Moshe Leiser- Patrice Caurier ikilisinin sahnelediği Rossini’nin “L’Italiana in Algeria” (Cezayir’de bir İtalyan) operasından söz ediyorum.

Bu prodüksiyonun dekorundan ışığına kostümünden videolarına her şeyi bir bütündü. Birbirini tamamlıyordu. Bu operada bugüne dek izlediklerimde genellikle Doğu ile Batı çelişkisi vurgulanırdı... Ve çoğu kez Doğu adeta karikatürleşirdi... Oysa bu kez Doğu-Batı değil, Doğu’da da Batı’da da yaşı geçmiş ama gözü hep dışarıda kadın peşinde koşan; aklı, başında değil de orasında olan olan ‘erkek’leri hedefe koymuştu.

Prodüksyonun bir başka önemli farkı, aynı zamanda festivalin yöneticisi de olan Cecilia Bartoli’nin İtalyan esir kız İsabella rolünü üstlenmesiydi. Bartoli, sesiyle ve oyunculuğuyla eserin dinamosu, kıvılcımı olup çıkmıştı. Cezayirli kendini bilmez Mustafa Paşa’ya (İldar Abdrazakov) karşısında onun İsabella’sı sadece güzel değil aynı zamanda oyunbaz, işveli, tüm erkekleri parmağında oynatan, Mustafa’nın karısı Elvira (Rebeca Olvera) ile dayanışma içinde olan özgür ve güçlü bir kadındı! Bir ateş parçasıydı.

Sahnedeki gerçekçi dekor, sahne dekorunu deviren gemi kazası; sahici otomobilin sahneye dalması; plastik kuşların telefon tellerine konması; televizyon çanaklarının devrilmesi; nargile içen koronun müzikle uyumlu duman üflemesi; spor ekibi olup spagetti yemeleri... İtalyan kadınlarla ilgili aryada, arka perdede Fellini’nin “8.5” filmindeki Anita Ekberg’in Trevi Çeşmesi’ndeki sahnesini izlememiz... Finalde İsabella ve sevgilisinin “Titanik” filmindeki Winset-Di Caprio pozuyla ülkelerine dönmeleri... Eser sona erdiğinde, kahkahalarımız bitmedi. Tempo tutarak alkışlıyor, müziğe katılıyorduk...
Müziğin gücü bir kez daha yaşama sevincimize sevinç katmıştı.

 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları