Yazgülü Aldoğan

Askerini doyuramayan ordu mu olur?

29 Eylül 2018 Cumartesi

Sinek küçük ama mide bulandırıyor. İktidarın seçim öncesi milli hassasiyetleri düşünüp ıııh dediği, ama sonra gelecek oyları hesaba katıp razı olduğu bedelli askerlik, parası olanlar için bir kurtuluştu. Ya olmayanlar? 15 bin TL, parası olan için bayağı indirimli bir fiyat. Motosikletini satan oldu, kredi alan da. Ya onu da yapamayan? Pantolon parasını bulamayan? Boynunu büküp “vatani görev” diye kendini kandırıp askere gitti. Eğitimine de katkıda bulunduğum için yakın takip ettiğim bir genç anlatıyor, askerliğini yapmadığı için asgari ücretle çalıştığı işten çıkarılmış. Biraz süründükten sonra yedek subay olarak askere gitmiş. Ankara’da eğitimde. Hiç birikimi, yardım edecek ailesi de yok. İlk 4 ay öğrenci maaşı alıyorlarmış; 350 TL. Askerde ne para harcayacağım, yeter diye düşünmüş önce. Ama kantini düşünmemiş! Meğer kantinler özelleştirilmiş! Özel firmalar işletmeyi ihaleyle alıyor, sonra da istediği fiyattan mal satıyor. Su bile her kantinde ayrı fiyat, birinde 35 kuruş, birinde 75. Askerlerin işlettiği orduevleri, kantinler sudan ucuzken, özelleştirilmiş kantinler, hele parası olmayana ateş pahası, tavuk döner 7.5 TL. Karavana çıkıyor onu yesin derseniz, doymuyorlarmış. Askerinin karnını doyuramayan ordu olur mu? Nasıl savaşacak bunlar? Oluyormuş, porsiyonlar o kadar küçük ki, bütün gün koşturan genç erkek bunlar, doymuyorlarmış. Hoş yiyen de zehirleniyor, o da ayrı. Kantin ise pahalı. Musluk suyu kötü. Günde 75 kuruştan 4 tane içse, harçlık bitti, hesapla; para yetmiyor, üniversite mezunu ama aç ve susuz, bunalıyor! Orduevinde ucuza yediğimiz yemekten utandım! Çarşı iznine çıkmış, cebinde beş kuruş olmadığı için kahvaltı yapamayıp simitçiye yan gözle bakan yedek subay adayından utandım, siz oğlunuzun bedelli parasını yatırdınız değil mi? Şu kantin kuntin işini de bir düşünün bu arada!

Artık bir odam da var!
‘Mesleğiniz?’, ‘Gazeteci.’ Yıllardır bu soruya bu cevabı veriyorum. Bunun için okudum, bunun için çalıştım. İlk işim Ankara’da foto muhabirliğiydi. Ankara macerasını Başbakanlık muhabirliğiyle bitirdim ki, zor iştir. Gazeteciliğin yapmadığım hiçbir görevi kalmadı: yazıişleri müdürlüğü, haber koordinatörlüğü, yayın yönetmenliği, editörlük, röportaj, dizi. Çalışmadığım medya da kalmadı: ajans, dergi, gazete, radyo, televizyon. Çalışmadığım, işsiz kaldığım zamanlar da oldu. Gazeteci, sadece bir yayın organında çalıştığı zaman gazeteci değildir. Her zaman gazetecidir. Aklıma takılan bir konu yüzünden uykumun kaçtığı, gece yarısı iki buçukta kalkıp yazı yazdığım olmuştur. Bu yazıyı yazarken olduğu gibi. Gazetecinin mesaisi, iş saati, işyeri yoktur. Seçim otobüslerinde haber yazdığım da olmuştur, sokakta yürürken yazı yazdırdığım da. Hele şimdi cep telefonları bilgiyasara dönüştüğünden beri telefonuma köşe yazısı dikte ettiğim de oluyor, bir otel odasında. Hayatın her anı nöbette gibi. Yine de insanın bir işyeri olmalı. O gün yazı yazmayacak olsa bile gidecek bir ofisi. Ben ofis insanıyım, home ofis değil. Home, adı üstünde ev, yuva. Evde yazı yazmıyor muyum, bu gece yarısı olduğu gibi, her zaman. Pıtırcık Hanım nefret ediyor bilgisayarımdan, klavyenin üstünde oturuyor, çalışmayıp onunla ilgilenmem için. Çiçeklerim sulanmak için boyunlarını büküyor, Ricky tüylerini taramam için kanapede bekliyor. Çünkü orası ev, evde yaşanır. Bugün her evde üniversite mezunu işsiz bir genç var. En büyük travma, sabah kalkınca ne yapacaklarını bilememek. Ben de 20 yıldır çalıştığım gazeteden ayrılınca, ki çok mutsuzdum son zamanlarda, sudan çıkmış balık gibi hissettim birden. Artık ofis yok.

Kaçta geleyim?
Köşe yazarlığına ilk başladığım gazete Günaydın’da, yayın yönetmenim Rahmi Turan’a sormuştum. “Sabahları kaçta geleyim?” Şaşırıp, “Siz köşe yazarısınız, kaçta isterseniz” demişti. İlk iş, odamdaki süslü koltuğu değiştirtmek olmuştu, bunda oturup yazı yazamam, uykum gelir. Sabahları onda gitmeye karar vermiştim, işe daha geç gidilmez ki. Bir hafta sonra, ‘Toplantılara girmek istiyorum dedim, ben köşe yazarıyım, köşe yastığı değil.’ Hayatım hep ofis, toplantı, seyahat, haber peşinde geçti. Evden çıkmadığım gün, şaşkın olurum. Cumhuriyet’te başlamak, heyecanı hâlâ yenemediğim bir duygu. Sadece bende değil, okurlarımda, eşimde, dostumda da. Haftada iki gün yazacağım dedim, her gün, “bugün yazınız yok” diye arayan var. Kutlamak için gazeteye ziyarete gelmek, çiçek yollamak isteyenleri atlatıyorum. Gazeteciyim, ama gazetede değilim ki! Yüzyıllık arkadaşım Miyase İlknur’la sohbet ederken bunu anlatıyorum, yine kaşınıyorum anladığınız. Ertesi gün haber geliyor, “Odanız hazır, ne zaman isterseniz buyrun.” Bu Cumhuriyet de, gerçekten müessese! Sadece köşem değil, artık bir masam, ne masası, odam bile var! Artık ev gazetecisi, home ofisçi değilim, işe gideceğim. Eski kuşağız biz napalım, iş işte yapılır. Miyase takılıyor; “Çiçeğini, çikolatasını yollamak, kutlamak isteyen gelebilir artık.” Sonbaharı severim. Sokaklarda kestane pişirilir, yağmur yağar, sinemaya gidilir. İnsanlar telaşlı yürür sokakta, sevgililer, üşüdüm bahanesiyle daha bir sarılır birbirine. Sonbaharda okullar açılır, tiyatrolar, konserler, konferanslar başlar. Tatil biter, iş başlar. İşe gideceğim. Keşke herkesin işi, bir masası olsa!  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları