Kendi değerinden bihaber olmak!

30 Eylül 2018 Pazar

Geçenlerde Facebook’ta bir fotoğraf gördüm. Bir zamanlar Irak Ulusal Müzesi’nin müdürü, savaş sırasında talan edilen kendi müzesinin nadide eserlerini, Fransa’da bir müzede görünce hıçkırıklarla ağlıyor.
Aklınıza gelebilir, “müzedeki heykeller nedir ki, Irak’ta bir milyon kişi öldü.” Doğrudur ama ben gene hıçkırıklarla ağlayan müze müdürüne dönmek istiyorum. Çünkü talan edilen sadece heykeller değil, bir coğrafyanın geçmişi. Bu coğrafya içinde, Türkiye de var. Ve Anadolu 42 uygarlığın gelip geçtiği bir toprak parçası.
Yıllar önce bir Amerikalı belli ki CIA ajanı şöyle demişti: “Türkiye Türklere bırakılmayacak kadar önemli bir ülkedir!” Evet gerçekten bize bırakmadılar, içimizdeki hainlerle birlikte, bu çok önemli ülke artık bir üçüncü dünya ülkesine dönüştü. AVM’lere, gökyüzüne sıkıcı bir biçimde penis gibi yükselen binalara bakıp kendimizi dev aynasında görmeyelim. Neler yitirdik bir başlayayım: Ülkenin gelip geçmiş tüm sağ iktidarları, uluslararası şirketlerin emirlerine harfiyen uyarak önce o güzelim fabrikaları kapattılar. Örneğin Sümerbank, Sümerbank fabrikalarını ve çevresinde kurulan yaşamı incelediğimizde, Sovyetler Birliği’ndeki kolhoz sisteminin daha başarılısını görünüz. Yeşillikler içinde hem mühendislerin, müdürlerin hem de işçilerin kaldıkları küçük ama sevimli lojmanlar, bir arada büyüyen beyaz yakalı ve mavi yakalıların çocukları, ana okulları, birlikte sorunların tartışıldığı geniş lokaller, sinema ve tiyatro salonları. Bu model sadece bir savaş dehası değil aynı zamanda sosyal yaşamı geliştirmek için pek çok gerçek modeller üreten Mustafa Kemal Atatürk’ün hayata geçirdiği bir yeni modeldi.
Peki ya kâğıt fabrikaları, şeker fabrikaları, tren yolları, bunlar Cumhuriyet’in ilk yıllarında yeni bir ülke yaratmanın heyecanıyla kurulan ve her zaman gerekli olan fabrikalardı. Sonra ne oldu; dünyanın her yerinde üretim alanına devletin müdahale ettiği bir zamanda bu fabrikalar, tren yolları özelleştirildi ve ardından sadece arazi olarak her dönemin yancılarına satıldı.
Yeniden hatırlayalım, Bülent Ecevit başbakan olduğunda ülkede tıpkı Allende’nin Şili’sinde olduğu gibi bir kıtlık söz konusu olmuştu. O zamanlar TÜSİAD gazetelerde tam sayfa bir bildiri yayımlamış ve hükümete adeta yapması gerekenleri emretmişti. O meşhur bildiriyi ne yazık ki, bir yazar kaleme almıştı. İsteyen araştırabilir. Sonra ne olmuştu Bülent Ecevit hükümeti gitmek zorunda kalmıştı. Peki neydi çokuluslu şirketlerin o günlerdeki istekleri. Açıkça söyleyeyim, bizim topraklarda yetişen haşhaş ilaç sanayisinde ilk sırada aranıyordu, öyleyse kotaya bağlanmalıydı. Tıpkı Türk tütünü gibi. O kadar çok haini olan bu ülkede bunu başardılar. Haşhaş ve tütünle geçinen işçiler, Soma’da olduğu gibi hiç bilmedikleri yeraltına inmek ve cehennem koşullarında çalışmak zorunda kaldılar.
Gelelim Özal yönetimine... “Benim memurum işini bilir” sözü hiç kuşkusuz rüşveti meşrulaştırdı. Ülkesini düşünen bürokrat kadrolar, bunlar hantal diye devreden çıkarıldı, ülke tüm girdilerde dışa bağımlı hale getirildi. Tabii 16 yıllık AKP iktidarı bütün bunların üstüne tüy dikti.
Şimdi mercimeği, cevizi, büyük ve küçük baş hayvanı, kâğıdı, daha birçok yaşamsal nesneyi dışardan alan, bir tuhaf ülke haline döndük. Bu arada çokuluslu şirketler ellerini ovuşturmaya başladılar. Yaşasın tam istediğimiz oluyor. Şimdi size iktisat mezunu olduğumu biraz göstermek istiyorum. Bizi tam bir tüketim arsızı yapanlar, tabii 16 yıl içinde içeriye para yağdırdılar. Alman, İspanyol ve Hollanda bankaları bizi acayip paraya boğdular, “aman daha çok tüketsinler,onlara daha çok mal satalım” diye. Ama birden evdeki hesap çarşıya uymadı. Çünkü bankaların yağdırdığı para asla yeni bir fabrikaya, herhangi bir teknolojik gelişmeye yatırılmayıp sadece betona dökülünce biz de para bitti. Bu şu demek: Biz bu bankalara para ödeyemeyeceğiz! Bu Avrupa bölgesinde önemli bir krize yol açar, bunu herkes biliyor ve bu nedenle para veren bankalar şimdilik seslerini pek yükseltmiyorlar. Bu arada Katar sermayesi ülkeyi fonluyor, arkadaşlar şunu bilmenizi istiyorum, Katar sermayesi diye bir şey yok! Katarlıların paraları elbette çokuluslu şirketlerin kasalarında. Yani çokuluslu şirketler Katar diyerek çaktırmadan bizi fonluyorlar. Aksi takdirde bankaları sarsılacak, arabaları satılmayacak, marka ne varsa devre dışı kalacak. Azar azar önümüze kemik atıyorlar.
Şimdi gelelim ne yapabiliriz, vallahi benden söylemesi, önce şu tüketim arsızlığımızdan kurtulma zamanı. En başta şatafatlı düğünlerden vazgeçerek başlayabiliriz, tahin pekmez neyimize yetmez, telefonlarımız beş yıl pekâlâ dayanır, tuvalete bile arabayla gitmeyi terk edebiliriz. Çocukça gelebilir ama bayat ekmekleri atmayıp annelerimizin zamanında yapılan ekmek tatlısına yeniden dönebiliriz. Çocuklarımıza bir grup kurup küçülmüş giysileri giydirebiliriz. En önemlisi çocuklarımızı birer yarış atı gibi yetiştiren özel okullara toplarca para ödemekten vazgeçmeliyiz. Özellikle Anadolu’da küçük sınıflı pek çok ilkokul ve lise var. Bu kolej merakı neden? Yapabileceğimiz çok şey var, yeter ki şu tüketim alışkanlığından usul usul kurtulalım.
Acil not: Ben bunları yazarken Ekonomi Bakanı Berat Albayrak açıkladı: Ekonomi bundan böyle CIA ve Suudi Arabistan’a da hizmet veren Amerikan menşeili çokuluslu bir şirket olan MCKinsey tarafından yönetilecekmiş. Artık müstemleke olduğumuz resmen kabul edildi. Ben utanıyorum. Rahmetli anamın ve babamın anısı karşısında utanıyorum.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Alay ettiler... 7 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları