Önce ekonomi, arkasından siyaset

29 Kasım 2018 Perşembe

Hannah Arendt, Totaliterliğini Kökenleri başlıklı çalışmasının, Emperyalizm bölümünde, I. Dünya Savaşı’na götüren dinamiklerle ilişkili şöyle bir tespit yapıyordu:
Tarihte “ilk kez, parasal yatırım olanaklarının (sermaye ihracı-EY) yolunu güce (diplomasi ve askeri-EY) yapılan yatırım açmıyordu. Bu kez, uzak ülkelerde denetimsiz yatırım (sermaye ihracı-EY), toplumun geniş bir kesimini kumarbazlara, kapitalist ekonomiyi bir üretim sisteminden finansal spekülasyon sistemine dönüştürerek, üretimden elde edilen kârların yerine komisyonlardan elde edilen getirileri koyuyordu. Artık güç ihracı, para ihracının (sermaye ihracının-EY) izinden gidiyordu. Emperyalist dönemden önceki on yıl, geçen yüzyılın 70’leri mali spekülasyonda, dolandırıcılıkta ve hisse senetleriyle kumar oynamada görülmemiş bir artışa tanık oldu” (Çeviri bana ait- sf-181)
Diğer bir deyişle: Siyasi gücün, ekonomik çıkarın yolunu açtığı, “önce işgal et sonra ekonomik kullanıma aç” olarak tanımlayabileceğimiz sömürgecilik döneminden farklı olarak, sermaye, mal ihracı ile oluşan ekonomik etki, siyasi etkinin önünü açıyordu.
İkincisi, finansallaşma ilk kez olmuyor. Finansallaşma, sanıldığı gibi, kapitalizmin yeni bir aşaması değil, kapitalist krizin bir ürünü. Finansallaşmayı mali kriz, onu da siyasi gerginlikler izliyor. Arendt’in işaret ettiği gibi, dişinden tırnağına silahlı bu imparatorlukların ekonomik rekabeti savaşlara yol açıyor.

Jeoekonomik dünya düzeni
Arendt’in bu saptamalarını, önceki hafta Lawfare dergisinde yayımlanan “Jeoekonomik Dünya Düzeni” (Roberts, Choer, Ferguson) başlıklı denemeyi okurken anımsadım. Yazarlar, dünyaya esas olarak ABD çıkarlarının merceğinden bakıyorlar.
Yazarlara göre, soğuk savaş sonrası (küreselleşme döneminde-EY) ticaret ve yatırım ortamının serbestleşmesinin, bölgelerin, ülkelerin ekonomik entegrasyonun ulusal ekonomik çıkarları desteklediğine, karşılıklı ekonomik bağımlılığın barışı ve işbirliğini güçlendirdiğine inanılıyordu. O dönemde, jeopolitik süreçler esas olarak ekonomik çıkarlardan ve araçlardan bağımsız olarak ilerliyordu. Bu ortamda ekonomik ilişkilerden, bu ekonomik ilişkileri düzenleyen yasalardan oluşan karmaşık bir uluslararası sistem oluşmuştu.
Yazarlara göre, 11 Eylül saldırısı, Afganistan ve Irak savaşları, ekonomik açıdan marjinal öneme sahip ülkeleri güvenlik açısından öne çıkardığında bile, dikkatler esas olarak, ticaret ve yatırım anlaşmalarının üzerinde değil askeri müdahalelerin meşruiyeti, tutuklama süreçlerinin yasallığı, İHA saldırılarının hukuki zemini gibi konular üzerinde odaklanıyordu. (Irak işgal edildikten sonra ekonomisinin nasıl özelleştirildiğini, yatırıma ve ticaret açıldığını anımsayarak devam edelim.)
Ancak, yazarlara göre bu durum artıkdeğişiyor. Özellikle 2008’den sonra, en azından ABD açısından ekonomik çıkarlarla, güvenlik konuları arasında bir yakınsama başlamış. Bu yakınsama üzerinde yeni bir Jeoekonomik dünya düzeni şekillenmeye başlamış.
Şimdi, küresel ekonomide güç dağılımı değişirken büyük güçler arası rekabet hızlanıyor. Devlet arası eşitsizlikler azalırken toplumlarının içindeki eşitsizlikler artıyor. Bu da küreselleşme (uluslararası işbirliği ekonomik entegrasyon ve benzeşme) karşıtı popülist hareketleri güçlendiriyor.
Yazarlara göre, 2008 mali krizinde ABD’nin ekonomik modeli “Washington Mutabakatı”na (neoliberalizm) güven kaybolurken Çin’in kriz içinde yükselmesi ABD’de kaygı uyandırıyor. ABD ve Çin arasında stratejik rekabet giderek hızlanıyor. Bu yeni jeoekonomik düzende, ekonomik araçlar, jeopolitik kazanç elde etmek amacıyla, giderek daha yoğun biçimde kullanılıyor.
Arendt’in saptamalarına dönersek, ekonomik güç, ticari korumacılık, ekonomik yaptırımlar gibi araçlarla siyasi-jeopolitik gücün önünü açmak, rakibin teknolojik gelişme hızını, siyasi gücünü sınırlamak için giderek daha yoğun biçimde kullanılıyor.
Bu sırada uluslararası ilişkileri düzenleyen, ticaret anlaşmaları, küresel ısınmaya karşı uluslararası işbirliği anlaşmaları, nükleer silahları sınırlamaya ilişkin anlaşmalar teker teker çöküyor. Bu birbiriyle rekabet eden büyük güçlerin, üçüncü ülkelerle (daha zayıf, yoksul, az gelişmiş ülkeler) yaptıkları ikili anlaşmaların sayısı ve kapsamı artıyor.
Dünyanın ekonomik coğrafyası de facto paylaşılırken, hızla silahlanmakta olan büyük güçler açısından, ulusal güvenlik konularıyla, piyasaların, tedarik zincirlerinin, gıda, su, mineral, enerji kaynaklarının güvenliklerinin rakip ülkelere karşı korunması gereksinimi iç içe geçiyor. Adeta tarih kendini tekrarlıyor. En azından, Mark Twain’in deyimiyle “kafiyeli konuşmaya başlamış” gibi görünüyor. 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları