Gülriz Sururi’nin bıraktığı boşluk!

06 Ocak 2019 Pazar

Bazı insanların hiç ölmeyecek olduğuna inanırsınız ve öldüklerinde ölüm denilen olayın herkesin peşinde olduğunu bir kez daha anlar, derin bir düşünceye dalarsınız. Gülriz Sururi’nin ölümü de benim derin düşüncelere dalmama neden oldu. Adeta çocukluğum ve gençliğim yanı başıma geldi. 60’lı yıllar, ülkede 27 Mayıs olmuş. Askeri rejim, o yıl askerlik yapacak yedek subayların çeşitli köy okullarında öğretmenlik yapmasına karar vermiş. Türkçesi, bu genç insanlar ülkenin her yerine dağılıp, o yörelerin çocuklarına okuma yazma öğretecekler, bu arada kendileri de ülke gerçeğini tüm açıklığıyla görebilecekler. Kimileri dilini bilmediği yörelerde yepyeni bir dil öğrenecek, kimileri soba yakmayı, kimileri de evleri tek tek dolaşıp babaları kız çocuklarını okula göndermesi için ikna turuna çıkacaklar. Onlardan biri de Engin Cezzar, Gaziantep’in bir köyüne verilmiş, babam da yönetici, yeni öğretmenleri cipiyle köylere götürüyor, onları insanlara tanıtıyor. Tabii Engin Cezzar’ı da.
Yolda giderken Engin Cezzar oyuncu olduğunu babama söylemiş, babam da “İyi ya çocuklara iyi bir oyun oynat, köylüler de hayatlarında ilk kez bir tiyatro görsünler” demiş, bu öneri Engin Cezzar’ın çok hoşuna gitmiş ve işe koyulmuş. Zamanlar geçmiş, babam o köye davet edilmiş, köyün çocuklarıyla köy meydanında milletin kahkahalarla güldüğü bir oyun sergilemişler. Oyundan sonra bir ara Engin Cezzar, arkadaş oldular ya, babama şöyle demiş: “Benim İstanbul’da sevdiğim bir kadın var, bir hafta izin alabilir miyim?” Babam oyundan çok hoşnut, “tamam” demiş, “ama gününde gel”. Engin Cezzar’ın sevdiği kadın da Gülriz Sururi’den başkası değil. Engin Cezzar gitmiş ve izinin bittiği gün dönmemiş, babam kızgın, neyse iki gün sonra gelmiş, babam “Neredesin?” deyince de, “Hocam” demiş, “yardan ayrılması zor oldu”. Babam basmış kahkahayı.
Yıllar sonra biz ailecek İstanbul’a göçtüğümüzde, Engin Cezzar ve Gülriz Sururi, Haldun Taner’in muhteşem epik oyunu Keşanlı Ali Destanı’nı oynuyorlardı, biz de ailecek ön sırada yerimizi almıştık. Ve ben inanılmaz bir biçimde oyuna kendimi kaptırmıştım. Neydi bu, nasıl bir şeydi, kavrayamamıştım. Sonraları arkadaşlarımla dört beş kez Keşanlı’yı izlemeye gittim. Sözleri ezberlemiştim, şimdi bile Google’a bakmadan söyleyebilirim. “Sineklidağ burası, şehre tepeden bakar, lakin şehir ırakta masallardaki kadar...” Yıllar sonra bir özel tiyatro grubunun bu kırk kişilik epik oyunu oynamasındaki en önemli unsurun Gülriz Sururi’nin inadı ve olağanüstü tutkusu olduğunu öğrendiğimde nedense hiç şaşmadım. O gecekondu kızı Zilha’nın kafasına koyduğunu yapmak gibi çok değerli bir özelliği vardı.
Sonra Gülriz Sururi’ye Güngör Dilmen’in “Kurban”ında bir kez daha âşık oldum. Oyunun yazarına da. Oyun bir antik Yunan trajedisi gibiydi ama bir o kadar da bizdendi, yani Anadolu toprağında yaşayan kadınların trajedisiydi. Bu oyuna da defalarca gittim ve ilk kez kadın olmanın ne demeye geldiğini sanırım o yıllarda sorgulamaya başladım. Sahnedeki Gülriz Sururi’nin iri kara gözlerindeki acıyı asla unutamam.
Sonra “Teneke” geldi, ardından “Düşenin Dostu”. Yaşar Kemal ilk kez sahneye taşınmıştı ve o günlerde konuşanın ayıplandığı cinsel tercihleri farklı insanların acısı, hayatı işte orada sahnedeydi. Ardından yıllarca yasaklı Nâzım Hikmet’in “Ferhat ile Şirin”i ile bizi, yani sokakları “6. Filo Defol”, “Milli Petrol!”, “Tam Bağımsızlık Türkiye” diye inleten 68 kuşağını besleyen pek çok tiyatronun önü açılmıştı. Tiyatro ile yatıp tiyatro ile kalkmaya başlamıştık.
Şimdi o günleri anımsadığımda tıpkı TİP kurucusu ve Başkanı Mehmet Ali Aybar aklıma düşüyor. O öldüğünde de inanmamıştım, Aziz Nesin’e de! Onat Kutlar’a da! O dönem tiyatroların, sinemaların, edebiyatın bir havai fişek gibi göklerimizi aydınlattığı günlerdi. Biz ne kadar da şanslıydık!
Şimdilerde bana o muhteşem havai fişeğin renkleri solmuş gibi geliyor. Çünkü fişeğin en inatçı,en yaratıcı kişileri bir yıldız gibi kayarak hayatımızdan çıkıyorlar ve ne yazık ki, yerlerinde kocaman bir boşluk kalıyor. İşte ben bu boşluğu düşünmeden edemiyorum. Bu arada gencecik bir öğretim görevlisi, hukuk okuyan bir öğrenci tarafından acımasızca öldürüldü. Bireysel silahlanmanın şaha kalktığı, şiddetin tüm medya organlarında ve dizilerinde kutsandığı,her önüne gelelin kutu gibi binalarda üniversite açmasının acayip yaygınlaştığı, anaların babaların oğlanlarını bir prens kızlarını da prenses gibi gördükleri bir ortamda yaşıyoruz. Bu nedenden kanunları bile bilmeyen hukukçular, kadavra görmemiş doktorlar, Freud’u bile bilmeyen psikologlar yetişiyor. Yani dostlar bir büyük boşlukta burada. Ben ufaktan yol alsam iyi olacak, boşluğa düşmek üzereyim.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları