Sermaye-devletparti - SDP

07 Ocak 2019 Pazartesi

Geçen yılın 24 Haziran seçimleriyle yürürlüğe giren Başkanlık rejiminin özellikleri, büyük ölçüde belirginleşti.
Daha önce bu köşede, rejimin reisleşme ve bilgisizleştirme niteliklerine; demokrasi gülmecesi yönüne değinildi. Bugün de rejimin tüm niteliklerinin temeli olan sermayedevlet- parti- SDP bütünlüğü üzerinde duruluyor.
Ben sıralamayı SDP diye yaptım; bu üçlüden hangisini öncelikli tuttuğunuza bağlı olarak harflerin yerlerini değiştirebilirsiniz, ancak olayın özü değişmez; bunlar, rejimin birbirlerini besleyen ve yine birbirlerinden beslenen yapışık üçüzleridir.

Sermaye ile
AKP iktidarında, devletin -sermaye ile nasıl sarmaş dolaş olduğu, yıllardır yaşanıyor. Kamu ihalelerinin esas olarak çağrılı yapılmasıyla; kâr garantili yapişlet- devret girişimleriyle; devlet bütçesinden ve İşsizlik Sigortası Fonu’ndan yapılan desteklerle ve vergi kayırmalarıyla, devlet sermayeyi besliyor.
Geçen hafta bu durum iyice somutlaştı. Daha önce OHAL’in işverenlerin çıkarına çalıştığının övünerek altını çizmiş olan Başkan Erdoğan, bu görüşüne açıklık kazandırdı; artık grev mrev kalmadı dedi. Böylece tam demokrasi olarak yere göğe sığdıramadığı rejimin geçek niteliğini de sergilemiş oldu. Grev yoksa, sendika ve toplu iş sözleşmesinden de söz edilemez. İşçiler, sermaye karşısına örgütlü çıkamayacak, tek başlarına kalacaklardır. Üstelik karşılarındaki tek başına değil, devlet ile bütünleşmiş olan sermayedir.
Yine geçen hafta Resmi Gazete’de yayımlanan Gelir Vergisi Genel Tebliği ile, 2019’da emekçilerin vergi oranı da artıyor; ücret ve maaşlardaki artış nedeniyle yüzde 15’ten yüzde 20’ye çıkıyor. Sermaye gelirlerini vergileyemeyen devlet, ücret ve maaşın vergisini, gelirin sahibine göstermeden, kaynağında kesiyor.

Devlet-parti iç içe
Devlet-parti bütünleşmesine gelince, gerçekte, Başkan’ın, AKP’nin yalnızca üyeliğini değil, genel başkanlığını da tam anlamıyla kendisiyle özdeşleştirmesi, devlet-parti kaynaşmasının varlığı konusunda başka bir kanıt aranmasını gereksiz kılıyor.
Ancak, parti-devlet bütünleşmesinde, bu bile yetersiz kalıyor. Bu da mı yapılacaktı sorusuna neden olan yeni gelişmeler yaşanıyor.
Bilindiği gibi, Meclis Başkanı Binali Yıldırım, partili Başkan tarafından İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı yapıldı. Meclis Başkanlığı devletin Başkan’dan sonra gelen iki numaralı makamıdır. Devletin tepesinin bir numarası olan Başkan, AKP üyesi olduğuna göre, iki numaralısından aday olduğunda Meclis Başkanlığı’nı bırakmasını istemek ne ölçüde gerçekçidir? Hele bu isteği, anayasa öyle yazıyor diyerek, yargı bağımsızlığından basın özgürlüğüne dek pek çok hükmü uygulanmayan anayasaya sığınarak yapmak ne kadar anlamlıdır?
Aday Yıldırım, İstanbul’a ilk gelişinde AKP adayı olarak değil, Meclis Başkanı olarak karşılanıyor. Devletin cep telefonu hattı 11- 10’u kullanarak, itfaiye ve polis örgütlerinin yöneticileriyle konuşuyor. Tuzla’da polis teşkilatını ziyaret ettiğinde yanında İstanbul Emniyet Müdürü var! Devlet- parti bütünleşmesinin bundan daha açık bir göstergesi olabilir mi?
AKP’nin İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı, daha İstanbul’a adım atarken, dostadüşmana, özellikle de seçmene devlet benim (arkamda) diyor. Bizim kültürümüzde devlet anadır. O kültürün yerleşip güçlendiği yer de payitaht İstanbul’dur. Kimilerinin, özellikle de yandaş basın-yayının, bu nihayet bir yerel seçimdir diyerek olayı önemsiz gösterme çabasına sakın kanmayın, diğerleri gibi, İstanbul’un AKP adayı da devleti arkasına alarak, devletin gücü ile seçime giriyor.
Bu nedenle İstanbul Belediye Başkanlığı’nı CHP adayı Ekrem İmamoğlu’nun halkın oylarıyla kazanması, yerleştirilmekte olan sermaye-devlet-parti sultasına indirilen, yerinde ve gerekli bir demokratik tokat olacaktır.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Yerelde yeşermeli 25 Mart 2019

Günün Köşe Yazıları