Enver Aysever

‘Kutsanan cehalet, intihar eden toplum, kalemi elinde romancı!’

20 Ocak 2019 Pazar

1-Gazete satışlarının düşük olması sorunu üstüne çok tartışılıyor. Basılı gazetenin ömrünün tamamlandığı söyleniyor. Kimilerine göre kitap basılı olarak yaşamaya devam edecek, ancak gazeteler dijital ortamdan izlenecek. Bu saptamalar doğru bile olsa, bugün gazete okunmamasının nedenini açıklamaya yeter mi?
Yaş gruplarına göre dağılıma dikkat edersek, halen ekrandan yazı okuma güçlüğü çeken, eski alışkanlıklarını sürdüren insanlar yaşıyor. Nüfusun büyük kısmını oluşturan, erişkin insanlar bu kişiler. Demek ki sorun biraz da ruhsal, düşünsel nedenlere dayanıyor.
Siyasal olarak kendini yenik, terk edilmiş sayan kesim, haber okuyarak hakikatle karşılaşmak istemiyor. Kafasını kuma gömmeyi yeğliyor. Mesleki olarak kimi bilgileri ediniyor belki, bir de elzem saydıkları haberlere tahammül ediyorlar. Bunun dışında gettosunda yaşamayı yeğliyor bu kesim. Başka türlü söylersek, burjuvaziyi oluşturan geniş orta sınıf hiçbir şey okumuyor. Hem okumuyor, hem de siyasal çözüm istiyor! Bu da ayrı saçmalık!

2-Ahmet Say’ın anılarını okurken ibretlik pek çok olaya tanıklık ettim. Bizim ülkede akademik çalışma okumak pek tercih edilmez, anı, biyografi, günce türü kitaplar bu işi de görüyor. “Ağaçlar Çiçekteydi”de bildiğim, okuduğum çokça isim kanlı canlı önüme serildi. Say; bir yerde Orhan Pamuk ile Yaşar Kemal ilişkisi üstünde duruyor. Yaşar Kemal’in geniş, lezzetli anlatım dilinden söz açıyor ve “büyük destancı” olduğunu vurguluyor. Ben nedense Yaşar Kemal edebiyatına mesafeliyim, o ayrı. Yaşar Kemal’in Nobelli Orhan Pamuk’u övmesine handiyse sinirleniyor. “Kuru, soğuk, dilini bilmeyen biri” diyor Pamuk için. Yaşar Kemal’in Pamuk’a arka çıkmasını hiç anlamıyor. Doğrusu ilk kitabı hariç Pamuk’u ben de pek sevemedim.
Aynı kitapta Doğan Avcıoğlu’ndan söz açtığı bölümler sarsıcı, dokunaklı ve can yakıcıydı. Avcıoğlu hakkı yenmiş, unutulmaya terk edilmiş devrimci bir düşünür. Yapıtları güncelliğini koruyor. Geçen yıl oğlu Ahmet Avcıoğlu ile tanışıp söyleştik. 1965 seçimleri sonrasında Demirel büyük çoğunlukla seçimi kazandıktan sonra kederli Ahmet Say doğrudan Avcıoğlu’nun yanına gidiyor. Üzülen Say’a şunları söylüyor Doğan Avcıoğlu;
Bak Ahmet, Türkiye’de halkın çoğunluğu aydınlanmadıkça 40 seçim yapılsa, 40’ında da gerici parti kazanır! 40 yıl geçse sonuç değişmez!

3-Çok garip, ortalıkta sahiden seçim olacakmış gibi davranan insanlar var! Bu seçim vaatlerine inanmaya niyetlensem bile; kimseciklerin beni hesaba katmadığını fark ediyorum. “İstanbul’un meyhaneleri özenle korunacak, yenileri de eklenecek” diyen yok mesela. Ya da her semte mutlaka Mozart, Beethoven dinlenecek, dört dörtlük konser salonları yapacağını söyleyen de yok. Sürekli “şükür” dememiz bekleniyor, bunu uygun aralıklarla yinelersek beton cennetinde mutlu yaşayacağımızı öne sürüyorlar.
İstanbul’u mahvettik” diyen hükümranın sarayı ne tür estetik ölçüsü olduğunun da ispatı aslında.
İstanbul’u Tanpınar, Orhan Veli, Cemal Süreya, Salâh Birsel okumamış birinin yönetmemesi lazım!

4-Schopenhauer Müziğin içinde bütün dünya vardır” diyor. Müziğe düşman herhangi biri yaşamdan söz edebilir mi? Müziksiz din üstüne düşünmek lazım. Musil, sessiz filmlerinde benzer etki yarattığını söylüyor. Müzik suslardan oluşmaz mı zaten? Nerede duracağını, hangi vakit harekete geçeceğini bilmek erdem midir? Eğer öyleyse taşkınlıklar düşkünlük sayılır, ki taşkın olmayan ruh yaratıcı da olamaz! Yorucu çelişki!
Günce yazarken insan, sayısız fikir, imge, uyarıcı karşısında kendini özgür bırakmalı? “Özgür” olmak istedikçe tutsaklığın, üstelik farkında olmaksızın, artması talihsizlik değil de, nedir? “Özgür”lük istenci garip bir kelepçeye dönüyor, belki “özgür” kimse bunun farkında olamadığı için gerçek anlamıyla “özgür” de olamıyor! Karmaşık denklem! Özgürlük kavramını tarif etmeden ona sahip olmak olası değil? Felsefe giz dolu sokaklarda insanın bir başına yürümesini gerektirir, büyük cesaret!
Goethe, “İhtilallerin nedeni kanunsuzluklar ve yüzsüzlüklerdir” diyor.

5-Nesin Vakfı” Aziz Bey’in ilkelerine bağlı diye seviyoruz, destek oluyoruz. Oysa oğul Ali “Yetmez Ama Evet”çi! Babalar ile oğulları arasında düşünsel süreklilik olmayabilir. O halde? Aziz Nesin ilkelerine bağlı katıksız aydınlanmacı, sosyalist kimselerin de vakıf yönetiminde olması gerekmez mi? Ali Nesin babasıyla hiç anlaşamadığını söylüyor, “ama iyi arkadaştık” diye de ekliyor. Ne tür arkadaşlıktır bu? Değerleri ortak olmayan, siyasal olarak aynı yöne bakmayan insanların arkadaşlıklarına güvenilebilir mi?
Aziz Nesin okurları, onun dostudur.

6-Koca toplum intihar ediyor. Geri çevrilebilir mi bu eylem? Çocukları okula, üniversiteye göndermek büyük risk taşıyor artık. Siyasal İslamcı irade, tek tip, düşünmeyen, yeni dönem aygıtlarla uyuşmuş beyinler yaratıyor. Yaşam yavaşlamadıkça onu duyumsamak, hak ettiği gibi sürmek mümkün değildir! Doğayı görmesi için çocuklara tur düzenleniyor on beş tatilde! İnek görecekler, süt sağacaklar... Hakikat karşısında şaşıracaklar muhtemelen... Gezi ücretleri yüz liradan başlıyor. Yeni turizm biçimi bu olsa gerek!
Zenginlik telaştan uzak olmakla ölçülür elbette. Öyle de, ekmeğe muhtaç insan nasıl olup duracak, düşünecek? Tanrı ticaretinde son aşamaya gelindi, birden fazla kolaycılığı var tanrı kavramının; yoksulu uyuşturuyor, zengine sürekli kaynak yaratıyor! Siyasetçiyi iktidarda güçlendiriyor. Hakikati bilen tanrı, neden bunların yüzüne tükürmez ki?
Hatipoğlu’nun rektör olduğu üniversitede akademik unvan ne değer taşır?

7-Steinbeck’in mektuplarını ve Musil’in güncesini aynı süreçte okudum. Bambaşka iki yazar, farklı yerlerden beslenen, değişik anlayışa sahip iki kişi. Yeni bir roman yazmaya koyulmadan önce kafası karışıktır yazarın. Hoş, bana kalırsa yazarların kafası hep karışık olmalıdır, zihni sorularla karmaşık olmayan birinden yaratıcılık beklenemez.
Steinbeck, geleneksel anlatı yollarının tükendiğini düşünüyor, uzun süre bununla kavga ediyor, ki haklı. “Romanı çalıştım. Elimden geldiğince romanı tanıdım. Ama üstünde çok düşünmedim. Roman çok hantal, beceriksiz bir araç. Bense yeninin biçimini bilmiyorum. Yalnız bir yeni olduğunu biliyorum. Yeni düşünceyle biçimlenecek ve yeterli olacak bir yeni” diye yazıyor mektupların birinde. Bu çağda, herkesin dizilerin karşısına çakıldığı, irili ufaklı ekranlara tutsak yaşadığı dönemde edebiyata yer var mı? Sıradan yurttaş dönemin ruhuna uygun berbat öyküleri izliyor ekranda, biraz okumuşu da Netflix bağımlısı!
Musil güncesinden: “Martha’yla çeviriler üzerine konuştuk. Ben: Senin gibi çok okuyan birisi yazabilir de. Martha: Hayır, bir gazeteci kadar kolay yazabileceğimi sanmıyorum. Ben: Buna yazmak denmez ki! Bu daha çok ahlak dışı bir çaba –Kötü yazarları beğenen okurların hayranlığı onların çok sık ve çok kolay yazabileceğine inançlarından geliyor.”  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

İflas 25 Mart 2021

Günün Köşe Yazıları