Öten Ağaç!

19 Ekim 2014 Pazar

Ankara bugünlerde çok bulutlu ve yer yer yaprak yağışlı... Sonbaharın, doğru deyişle sombaharın sarı ışıkları kentin pek çok yerinde insanlara yaşamın tadını anlatmaya çalışıyor.
Henüz yerlerdeki yapraklar dallardakinden fazla değil. Kasım başından itibaren öyle olacak. Çıplak ağaçların dibindeki yaprak halı rüzgârla birlikte hışırdayıp toprakla sarmaş dolaş yeni bir yaşama bürünecek.
Bugünlerde sombaharın tadı, rengi, kokusu, sesi kendisini her yerde hissettiriyor.
İki insanın zor kucaklayacağı kalınlıkta gövdesiyle parkın en yüksek ağaçlarından biri olduğunu taa uzaklardan gösteren söğüdün hemen yanından koşarken her tarafımı dolduran kuş sesleriyle duraladım. Çevremde bir tek kuş bile yok ama tam bir “kuştan sesler korosunun” ortasındayım. Gözlerimi ovaladım. Evet, tek bir kuş bile yok. Tamam, kitap okurken artık gözlüğe mecburum ama kuşlara bakarken de mi yoksa?..
Ağacın altına geldim. Sesler yoğunlaştı, çeşitlendi... Gövdeye dokunup gökyüzüne baktım, o güzelim manzara... Dalların arasından görünen alaca gökyüzü, insanın içine uzanan bir derinlik yaratıyor.
Ama kuşlar yok...

***

Yazdan biliyorum, serçeler örgütlü gruplar halinde dolaşır, çimenlerin arasına konup iner, sulak çukurların kıyısında kümelenirdi. Yine etrafta öyle bir yerde olmalılar; ama sesler tepemden geliyor.
Gövdeye yaslanıp hiç kıpırdamadan gözümü dalların arasına dikince fark ettim ki, bütün kuşlar ince dalların yaprakları arasında buluşmuşlar, arada birçok kısa uçuşlarla birbirlerinin dallarını ziyaret ediyorlar.
“İlahi söğüt” dedim, “senin pek çok arkadaşını biliyorum. Arada bir yazardım da... Baştaki ‘s’ harfini düşürür, verdiğin öğütleri dinlerdim. Ama dallarının yüzlerce serçeyle birlikte konser salonları haline gelişi de bir başkaymış.”
Gökyüzü yaprak yağışlı demiştim ama, söğüdün altında ses yağışlı. Sanki sesler yağmur taneleri olmuş, bütün bedenime dokunuyordu. İnsanın kendisini doğanın bir parçası gibi hissetmesi ne güzel... Gövdenin bir kabuğu, bir yaprak, kuşun ağzından dökülen bir cik...

***

Öten ağacın altından az öteye gidip dev konser salonlarına uzaktan bakarken usul usul gün doğuyordu. Geceden kalma kavun dilimi ay, bulutların arasında düzgün çizgilerle güneşi selamlıyordu.
Konser saatini anlamışsınızdır; tam güneş doğarken...
Serçelerin güneşi karşılaması her zaman böyledir. Eskiden onların tellerden güneşi doğurmasını izler, kendimi dünyanın olmadık coğrafyalarında hissederdim. Söğüdün dallarında ağacı sese dönüştürmelerini izlemenin keyfi de başkaymış.
Aslında serçeler güneşin doğumunu izlemezler, güneşi doğururlar. Seslerine biraz kulak verince, “Biz haykırmasak bu güneş doğmazdı” dediklerini duyarsınız.
Sonbaharın kuşları uğurlamakta olduğu şu günlerde olabildiğince gün doğumlarını kaçırmamaya çalışıyorum. Serçeleri dinledikçe, “bir kuş beyinli olup doğanın tadını onlar kadar güzel çıkarmayı başaramadın” diye söyleniyorum kendime.
Oysa günlük işlerin karmaşası arasında insan ne yapıp etmeli, doğadan payını alabilmeli.
İnsan olmak için...
Neee? Beton yığınları arasında bu mümkün değil mi?
Kızılderililerin kültürlerine ilişkin bir kitapta okumuştum... Kızılderili New York’a geliyor. Beyaz arkadaşıyla gökdelenlerin arasında yürürken birden duruyor. Yan taraftaki ağacı gösterip sesleniyor:
- Bir karınca yürüyor, ayak sesini duydum...
Beyaz, “Bu gürültünün ortasında duyman mümkün değil ki” deyince, şu karşılığı veriyor:
- İnsan duymak istediği sesi duyar...  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Seçimden sonra! 26 Mart 2024

Günün Köşe Yazıları