Feyzi Açıkalın

Seçim kazancı fetih midir?

10 Nisan 2019 Çarşamba

 

Hristiyan dünyası 4. Haçlı Seferlerine hazırlanmaktaydı. O sırada Anadolu’daki ilk Müslüman Türk devletini kuran Selçuklu ise, asıl düşman bellemesi gereken Bizans yerine daha çok kendi soyundan olanlarla uğraşıyordu.

Devlet dilinde Farsça’yı kabul etmiş bir yönetim olarak Selçuklu’nun aslında gözü Doğu’daydı. Batı komşusu Bizans ile iyi geçinmeyi yeğlemişti. Bizans ise sürekli kendisini rahatsız eden uç beylerinden Selçukluyu sorumlu tutmaktaydı.

Selçuklu Sultanı 2. Kılıçarslan Bizans sarayına kabul edilmiş, tam da barış yapılmış derken, Bizans İmparatoru 1. Emanuel savaş ilan etti. 2. Kılıçarslan 1. Emanuel’e 1176 yılında Miryokefalon bölgesinde ağır darbe vurunca Bizans’ın Anadolu’daki varlığında bölünmeler başladı.

O yıllarda Akdeniz’de önemli bir liman olan Kalonoros’u yöneten Bizans tekfuru, yaklaşan Müslüman tehdidini görmüştü. Tekfur 1199 yılında Ehmedek surlarına “düşmanın yaklaşmakta olduğu, bunun için surları tahkim etmek gerekliliğini” belirtir yazılar hazırlattı.

1219 yılında kardeşi 1. Keykavus’un ölümüyle Ala-üd-din ünvanını alarak tahta geçen Keykubat, muhtelif emirlerin biatını kabul ve Abbasi Halifesinin de menşurunu aldıktan sonra hükümranlığını sağlamlaştırmıştı.

O sırada Antalya Valisi olan Mubarizüddin Ertokuş, Ala-üd-din’in hükümranlığını güney sahili boyunca uzatması ve Kalonoros’u alması konusunda ikna etmiştir. Keykubat bunun üzerine harekete geçer.

Kalonoros Ortodoks Bizans’ın elindedir ama kale beyliği Katolik olan bir Ermeni’ye, Rupenid soyundan gelme olan Kir Fard’a verilmiştir. Muhtemelen şehirde, Venediklilerin de dahil olduğu bir ticari aktivite yaşanmaktadır.

Mubarizüddin kalenin sulh yoluyla alınması için Kir Fard’ı ikna eder. Ailesi ve emlakinin emniyetine ilaveten Kalonoros’a karşılık kendisine Akşehir tımarı verilir.

Kalonoros’u bir Hristiyan düşmandan almış olan Ala-üd-din, kendisinden önceki uygarlıklara ve dini yapılanmaya saygı duyacak öyle bir yüce kişiliğe sahip olmalıdır ki, kaledeki onlarca kilise ve şapele dokunulmaz.

Ala-üd-din kalenin alınışı kutlamak için, kendisine yaranmak adına ta Çin’den kervanlarla havai fişek getirtip(!), Osmanlı’daki “fetih şadumanlığı” benzeri şenliklere de izin vermemiş olmalıdır.

Benzer olarak; koyu kırmızı renkte, üstünde damalı, zigzag işaretler olan savaş sancağını iplerle burçlara tutturmamış, ilk rüzgarda ters dönüp yıpranmasını istememiştir. Tersine, kalenin girişine surlara işleterek bugünlere gelmesini sağlamıştır.

Dönemin hınzır tarihçileri “fetih” kelimesini, Arapça “fth” fiilinden gelen “Miftah” yani “açma” işlevi gören anahtar mecazi anlamında kullanmıştır. Örneğin ünlü tarihçi İbn-i Bibi, 1. İzzeddin Keykavus’un Trabzon’da Rum İmparatoru’nu yenip, prenses olan kızı ile evlenmesini, “Zevkin bayraklarını aşkın kalesine dikti!” gibi erotik bir anlatımla dillendirmiştir.

Kir Fard’ın kızı ile evlenerek ona Mahperi adını veren bilge sultan Ala-üd-din Keykubat, kaleyle birlikte kafirin kızını da fethettiğini hiç düşünmemiş olmalıdır. Cahiliye dönemine ait hiçbir eseri gavurun malı olarak görmemiş, onun üstünden de bir fetih doyumuna erişmek istememiştir.

Ala-üd-din şehrin çok kültürlü, renkli yapısına uygun olarak herkesin kendisini tanımlayacak eserler üretmesine izin vermiş, onların öne çıkmasını sağlamıştır. Kaleyi bir düşmandan alsa da, şehirde kin ve nefret tohumlarını gelecek kuşaklara aktaracak aptalca şovlara da(!) asla izin vermemiş olmalıdır.

Ala-üd-din’in o şehirdeki mirasçısı olmak, hele her daim onun adı referans alınıyor ve şehrin kimliği onun üstünden tanımlanıyorsa, zor zenaattır…

 

 

 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları