Leyla Tavşanoğlu

İnsanlık suçu işleniyor

26 Ekim 2014 Pazar

Yüksek mimar Doğan Hasol rant uğruna faciaya davetiye çıkarıldığını söylüyor:

Olası bir depremde insanların sığınacağı güvenli alanlara ihtiyacı var. Bütün o alanlar yapılaşmaya açılıyor. O zaman insanlar nereye sığınacak? 

Açılan davalarda genellikle uygulamayı durdurma kararları veriliyor. Ama kanuna karşı hileyle ufak tefek rötuşlar yapılıp eski plan devreye sokuluyor.

Yüksek mimar Doğan Hasol, başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlerin rant uğruna yaşanamaz yerler haline geldiğini söylüyor. İstanbul’un artık azman kent haline geldiğine dikkat çeken Hasol, hiçbir gelişmiş ülkede inşaat sektörüyle ekonomik kalkınma modeli görülmediğinin altını çiziyor. Bir de en tehlikeli gelişmenin afet toplanma alanlarının yapılaşmaya açılması olduğunu vurgulayarak, “Bir deprem durumunda insanlar nerede toplanacaklar?” diye soruyor.
- Özellikle İstanbul’da yaşanan bu korkunç rant soygunu ve çarpık yapılaşmanın sonucu ne olur?
D.H.- Zaten durum şimdiden çok kötü olmaya başladı. Sonuç diye sorarsanız, iş içinden çıkılmaz hale gelir. İstanbul artık yaşanamayacak bir azman kent olur.
Şimdiki belediye başkanı (İBB Başkanı Kadir Topbaş) göreve geldiği zaman çok iyi bir iş yapmış, İstanbul Metropoliten Planlama Bürosu’nu kurmuştu. O büroda 500’e yakın uzman çalışıyordu. O dönemde İstanbul için çok ciddi çalışmalar yapıldı. Bunların arasında 2009’da onaylanan 1/100000’lik çevre düzeni planı var. Bu çevre planının daha da geliştirilmesi, başka planlarla da geliştirilmesi lazım.
2011’de ulaşım master planı yapıldı. Ne yazık ki bugün bu planlar uygulanmaz durumda. Planlama geleceği düzenlemenin aracıdır. Siz nasıl bir gelecek bekliyorsunuz? Türkiye için beklentileriniz için ulusal fiziksel plan yapmak gerekir. İşgücü nerelere dağılacak, istihdam nasıl olacak, yatırımlar nerelere yapılacak? Hangi bölgeler, hangi işlevleri üstlenecek? Bunu ülke çapında stratejik bir plan olarak hazırlarsınız. Ondan sonra bölge ve şehir planları yaparsınız.
- Şehir içinde de kentsel tasarım yapmak gerekmiyor mu?
D.H.- Mutlaka. Şehircinin işi de mimarlık. Yani kentin çeşitli parçalarının nasıl olmasının planlanması gerekir. Bunlar yapılmadığı sürece doğru kararlar verilmesi mümkün değildir.
- Şimdi üçüncü köprü, üçüncü havaalanı, Kanal İstanbul gibi mega projeler yapılıyor. Bunlar çevre düzeni planında var mıydı?
D.H.- Yoktu. Yeni havaalanı ise şimdi yapıldığı yerde değildi. Öngörülen üçüncü havaalanı Silivri’deydi. Ayrıca bu büyüklükte değildi. Yeni yapılacak havaalanı 1.5 yılda 150 milyon yolcu kapasitesine ulaşacak deniyor. Şu anda dünyada çalışır durumda olan böyle bir havaalanı yok.
Dünyanın en büyüğü olan ABD’de Atlanta Havalimanı var. Yılda 95 milyon yolcu kapasitesine sahip. Bütün bu saydıklarımız makul değil. Biz üniversiteye girdiğimiz zaman bize ilk öğretilen bilgilerden birisi İstanbul’un kesinlikle kuzeye kaymamasıydı. Çünkü İstanbul’un akciğerleri olarak tanımlanan ormanlar ve su havzaları kentin kuzeyinde yer alıyor. İstanbul’un gelişmesi doğu- batı yönünde olmalıydı. Bu 1/100000’lik çevre düzeni planında da böyle yazıyor. Dolayısıyla bir plan disiplini içinde, bilimsel yöntemlerle yapılmış planlar içinde bu işleri ele almazsanız durum bugünkü gibi olur. Bugün planlamada tam bir kargaşa var.
- Plan yetkileri son Bütünşehir Yasası’yla esas olarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na teslim edilmedi mi?
D.H.- Sadece o mu? Belediyeler, Özelleştirme İdaresi, TOKİ ve dediğiniz gibi bakanlık var ki o her şeye hâkim. Dolayısıyla planlar tam bir yetki karmaşası içinde. Böyle bir düzen olamaz. Olursa bugünkü gibi içinden çıkılmaz durumlar meydana gelir.
Bugün kime sorsanız, İstanbul’un trafik sorunu ne olacak yakınmasıyla karşılaşıyorsunuz. Trafik sorunu bu şekilde çözülemez. Çünkü 1980’de Türkiye nüfusunun yüzde 8.5’i İstanbul’da yaşarken bugün ise nüfus yüzde 18.5’e dayanmış durumda. 

Yeşili görenin gözü dönüyor 
İstanbul’da kişi başına düşen yeşil alan iki metrekare. Oysa normal dünya standartlarına göre bunun 10 metrekarenin altında olmaması gerekiyor

- İyi de İstanbul’un nüfusu kayıt altında mı, kayıtdışı mı? Gerçek sayıyı bilen var mı?
D.H.- TÜİK birtakım veriler veriyor. Bugün İstanbul’un nüfusu 14.2 milyon deniyor. 15 milyona tırmandığını söyleyebiliriz. Ama İstanbul’un bu kadar yüksek nüfusa hazırlıklı olmadığı açık. Bu sorunu her gün, en azından ulaşımda yaşıyoruz.
- Peki, İstanbul’a yapılan bir anlamda insanlık suçu değil mi?
D.H.- Biz bunlara en azından kente karşı işlenen suçlar diyoruz. Ama sanıyorum hukukumuzda bunun tanımı yok. Bakın, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı herhangi bir yeşil alanı ya da bir spor alanını bir plan değişikliği yaparak rahatlıkla imara açıp satabiliyor. Tabii yüksek değerle satabilmesi için plan değerlerini yükseltiyor; imar durumunu yüksek yapılaşmaya açıyor.
Bu yapılanın kente etkisi korkunç oluyor. Bugün Zincirlikuyu’nun haline bakın. Boğaz Köprüsü’ne girmek için bazen 45 dakika beklenebiliyor. Hayat böyle sürmez. Zaten bizde her şey hâlâ bireysel taşımacılığa dayalı. Şehrin bütün sokakları otopark haline getirildi.
- Yeşil alanların talan edilmesi bir yana, deprem gibi bir doğal afet durumunda halkın toplanma alanları da kupon arazi kapsamında satılmıyor mu? Örneğin son örnek Fatih Belediyesi marifetiyle Vatan Caddesi üzerindeki Lunapark arazisi değil mi? Bir deprem durumunda bu İstanbul halkı ne yapacak?
D.H.- Sanıyorum Allah göstermesin demekten başka çaremiz kalmadı. Ali Sami Yen Stadı bir spor alanı, yeşil alandı. Yapılaşmaya açıldı. Ben stadın Ali Sami Yen Parkı olması için kaç tane yazı yazdım. Yörenin hem soluklanmaya hem de olası bir depremde insanların sığınacağı güvenli alanlara ihtiyacı var.
Olası bir depremde bu insanlar nereye sığınacak? Bütün o alanlar yapılaşmaya açılıyor. Ayrı şekilde bugün Ataköy sahilinde dikilen yapılar.
- Peki, işin hukuki boyutu yok mu? Bu yapılanlara cezalar getirilemiyor mu?
D.H.- Bu yapılanlara meslek odaları çok haklı olarak karşı çıkıyor. Davalar da açıyorlar. Davalarda genellikle uygulamayı durdurma ya da yıkım kararları verebiliyor. Ama kanuna karşı hileyle söz konusu alanlar için alelacele eski planı ufak tefek rötuşlarla yeniden devreye sokarak, bu dava eski plana göre açılmıştır, şimdi yeni plan devreye girdi, deniyor. Dolayısıyla mahkeme kararları hükümsüz hale geliyor. Ya da büyük bir umursamazlık içinde inşaata devam ediyorlar.
- Ankara’da Atatürk Orman Çiftliği’nde de öyle olmadı mı? Ak Saray için uygulamayı durdurma kararı olmasına rağmen şimdiki Cumhurbaşkanı yargı kararlarını hiçe saymadı mı?
D.H.- Maalesef bu durumdayız. Bütün bunları özetleyecek olursak şunu söyleyebiliriz: “Her şeyi bırakın, planlamaya bakın.” Bu başıboşluk sür-git devam edemez. Planlamadaki yetki kargaşasının bir an önce önlenmesi, kararların yerel yönetimlerle verilmesi lazım.
Merkezi otoritenin, herhangi bir bakanlığın bu işten elini çekmesi gereklidir. Dünyada bu iş bilimsel olarak nasıl yapılıyorsa aynısı Türkiye’de uygulanmalıdır. Ülkemizde her ne kadar itibar görmüyorlarsa da bu kadrolar ülkemizde var. Bugün odaya kayıtlı 43,500 mimar, 80’in üzerinde mimarlık yüksekokulu bulunuyor. İşin başka bir yanı da, son zamanlarda açılan mimarlık fakültelerinin acilen düzenlenmesi gereğidir.
Bugün Avrupa ülkelerinde dört yılda mimar yetiştiren hiçbir okul yok. YÖK bütün okullara dört yıl üniforması giydiriyor. Sadece tıp fakülteleri bunun dışında kalıyor. Eğitimin gereği neyse o yapılır.

Emekli Büyükelçi Şükrü Elekdağ’dan tezkere eleştirisi
Ben, Sayın Deniz Bölükbaşı’nın 2 Ekim 2014 tezkeresi hakkındaki eleştirileri benimsiyorum. Ancak Bölükbaşı’nın müzakere etmiş olduğu ve övdüğü 1 Mart tezkeresi de ulusal çıkarlarımız açısından son derece sakıncalı ve Türkiye’yi büyük bir felakete sürükleyebilecek bir belgedir. 1 Mart tezkeresi aynı zamanda zamanın Genelkurmay Başkanı’nın ve hükümetin de ortak olduğu büyük bir yalanın üzerine bina edilmiştir. Bölükbaşı, “1 Mart Vakası – Irak Tezkeresi ve Sonrası” başlıklı kitabında, 1 Mart tezkeresinin eki niteliğindeki Mutabakat Muhtırası’na (MM) göre, “Azami derinliği 40 kilometreye ulaşan Kandil Dağı hariç, PKK’nin Türkiye’ye terör eylemleri için toplanma, konaklama ve eğitim amaçlı kullandıkları kampları ve silah ve mühimmat depolama yerlerinin tümünü kapsayan” bir alanın Türklerin askeri kontrolü altına girmiş olacağını belirterek, bu bölgedeki Türk askeri birliklerinin “PKK unsurlarına karşı imha harekâtına gireceğini” vurguluyor. Oysa, MM incelendiği zaman, Bölükbaşı’nın bu ifadelerinin hiç de gerçeği yansıtmadığı görülüyor. Zira, MM’nin hükümleri, Türk askeri birliklerinin Irak topraklarında PKK yuvalarını bulup tahrip etmesini yasaklıyor.
Türk askeri birliklerinin hangi hallerde silah kullanabileceği MM’nin 7. maddesinin “Kuzey Irak’taki faaliyetler” başlıklı (b) fıkrasının 3. paragrafında belirtilmiştir. Bu paragraf aynen şöyledir: “Alıcı taraf özel harekât kuvvetleri, terörist saldırılara, (PKK/KADEK, kendini savunma hakkı ya da 4. paragrafta belirtilen durumlar dahil) cevap verme dışında, Irak kuvvetleri ve muhalif gruplarla herhangi bir çatışmaya girmeyecektir.” Burada “alıcı taraf”la kastedilen Türkiye’dir. “Muhalif gruplar”la kastedilen, ABD işgal ordusuna direnen Saddam taraftarları ve diğer silahlı güçlerdir. Sözü edilen “4. paragrafta belirtilen durumlar” ise muhalif grupların saldırılarını veya muhalif gruplar arasındaki çatışmaları kapsamaktadır. Görüleceği üzere, bu ifadeler TSK’nin, meşru savunma dışında, bölgedeki PKK/KADEK unsurlarına karşı silahlı harekât gerçekleştirmesini engelliyor. Altını çizerek belirtiyorum, 1 Mart tezkeresinin ayrılmaz bir parçasını oluşturan MM, “Türk askeri birliklerine terör yuvalarına karşı resen operasyon yapmayı kesinlikle yasaklıyor.” Mutabakat Muhtırası’nın orijinal metni, Fikret Bilâ’nın “Ankara’da Irak Savaşları” başlıklı eserinin 7 sayılı ekindedir.
Dönemin Genelkurmay Başkanı olan Orgeneral Hilmi Özkök, gazeteci/yazar Murat Yetkin’e verdiği röportajda (Radikal-28. 08. 2012) “Tezkere geçseydi çok farklı olurdu. ABD ile güzel bir Mutabakat Muhtırası hazırlamıştık…” diyor. Sonra da şöyle devam ediyor: “Tezkere geçseydi çok miktarda askerimiz yani 4-5 tugay (20-25 bin asker) Irak topraklarına girecekti. Zaten özel kuvvetlerimiz de oradaydı, onlar da takviye edilecekti. Sınır boyunca, özellikle geçiş alanlarında tampon bölge kurulacaktı. Ve uzun süre orada kalacaktık. Hem geçişler kontrol altında olacak, hem de gerektiğinde harekâtı oradan sürdürecektik… PKK konusunda bugünkünden çok daha avantajlı bir konuda olacağımızı söyleyebilirim.” Orgeneral Özkök, bu ifadeleriyle, “güzel” diye tanımladığı 1 Mart tezkeresi geçmiş olsaydı, Kuzey Irak’a konuşlanacak Türk askeriyle PPK’ye karşı harekât yapılacağını belirtiyor. Oysa, tamamen gerçek dışı bu sözleriyle Türk halkını aldatıyor. Zira, ABD’nin dayatmasıyla, bu bölgeye intikal edecek Türk birliklerine PKK unsurlarının izini sürüp onları imha etmek imkânı yasaklanmıştır.
Oysa, ABD’nin Irak’ı işgali, Türkiye’nin asla ortak olmayı istemeyeceği korkunç boyutları olan bir insanlık faciasıdır. ABD’nin işgali sırasında bir ila 1.5 milyon sivil öldü; dul kalan kadın sayısı 2 milyon; yetim sayısı 4 milyon. Dünyanın üç numaralı petrol zengini Irak’ın 26 milyon nüfusunun 7 milyonu hâlâ açlık sınırı altında yaşıyor. Bunlar, Bush yönetiminin basiretsizliği ve ABD askerinin korkunç gaddarlık, vahşet ve yağma hırsı sonucunda oldu. Şu husus kesin: “Türkiye, ABD’nin kuyruğunda bu insanlık faciasına katılsaydı, buna ortak olsaydı, bu vebalin altından kesinlikle kalkamazdı. Tüm Arap ve İslam âlemi kıyamet gününe kadar Türkiye’yi lanetler, nefret duygularını ülkemize yöneltirdi. Türkiye’nin siyasi liderlerinin bu gerçeği idrak edememeleri çok üzücü…”

İnşaatla kalkınma modeli olamaz
- AKP hükümeti inşaat sektörü sayesinde ekonominin harikalar yaratmasıyla övünüyor. Acaba inşaat sektörü hangi gelişmiş ekonominin lokomotifi olmuştur?
D.H.- Dünyada inşaatla kalkınmak gibi ekonomik bir model yok. Bizimki başarılı olursa örnek oluşturacağız.
Ama İstanbul’un ya da başka büyük şehirlerin toprağını feda ederek, kimliğini, ölçeğini, tarihini, tarihi değerlerini yok ederek bir yere varamazsınız. Plansız biçimde, ranta dayalı yoğun ve yüksek yerleşmeler İstanbul’da at koşturuyor. Bunu yaparak dünyanın en güzel şehirlerinden birisi olan İstanbul’a yazık etmiyor musunuz? Bu değerli tarihi ve kültürel mirası hoyratça harcamamalı, çok özenle korumalıyız.
- Kule gibi yapılara izin verdikten sonra bu kez “Bunlar kentin siluetini bozuyor. Tepeleri tıraşlana” emrini vermek de tuhaf olmuyor mu?
D.H.- Bu yapılırken aklınız neredeydi? Belediyelerimiz plan yapmayı sevmiyor; plan değişikliği yapmayı seviyor. Yapılacak değişikliklerin o planın hedefleri ve stratejisi içinde olması gerekir. Bugün eski otobüs garajlarından geriye kalan arsalar yapılaşmaya açıldı. Oysa bu kentin yeşil alana ihtiyacı var.
Size yurtdışından bir örnek vereyim. Londra Büyükşehir Belediyesi her yıl Avrupa’nın 21 önemli şehrini inceliyor ve bir rapor hazırlıyor. Bu yıl da aynısını yaptı. Bu son raporda ne yazık ki İstanbul yeşil alan bakımından son sıralarda yer alıyor. İstanbul’da kişi başına düşen aktif yeşil alan iki metrekare. İmar Kanunu bile bunun en az yedi metrekare olması gerektiğini söylüyor. Normal dünya standartlarına bakarsak 10 metrekarenin altında olmaması gerekiyor. İnşaatla kalkınacağız, diyoruz. Yeşili, İstanbul’un kimliğini yok ederek mi yapacaksınız bu işleri?
-Bir de birilerine inanılmaz rantlar sağlayan kentsel dönüşüm anlayışında doğru uygulama nasıl yapılabilirdi?
D.H.- Bakın bu rant girişimcinin, arsa sahibinin cebine gidiyor. Oysa kentsel dönüşüm, kentsel yenileme için bu kaynakla bir fon yaratılabilirdi. Biz Mimarlar Odası olarak yıllar önce kentin artan rant değerinin kente mal edilmesi gerektiğini söylemiştik.
Yıllar önce bir Şerefiye Vergisi vardı. Yani önünüzden geçen yol genişletilirken sizden alınan vergi Şerefiye’ydi. Bu çok daha çağdaş bir hale getirilebilir ve imar artışlarından sağlanan gelirler kentsel dönüşümün kaynağı olabilir. Ne yazık ki bu yapılmadı. Oranın rantı tamamıyla arsa sahiplerine bırakıldı.  

PORTRE
DOĞAN HASOL
 

Ortaöğrenimini Galatasaray Lisesi, yükseköğrenimini İTÜ Mimarlık Fakültesi’nde yaptı. Mimarlar Odası’nın yönetim kurullarında çeşitli görevler üstlendi. 1968’de bir grup arkadaşıyla yapı alanında bilgi merkezi olan Yapı Endüstri Merkezi’ni kurdu. Uluslararası Yapı Merkezleri Birliği’nin (UICB) iki kez başkanlığına, daha sonra onur üyeliğine seçildi. 1990-96 arası Galatasaray Kulübü’nün ikinci başkanlığını yaptı. Pek çok kitap yazdı. Pek çok mimarlık ödülünün sahibi. İTÜ, Yıldız Teknik ve Kültür üniversitelerinden fahri doktorası var.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Tedavi olsunlar 1 Mart 2015

Günün Köşe Yazıları