Ulusal planlamadan yerel planlamaya

16 Nisan 2019 Salı

-Artık Türkiye ekonomisinde 1961 Anayasası’nın getirdiği uygulamalar çoktan bitti ve her şey tersyüz edildi. Ne ekonomide, ne dış politikada, ne de eğitimde TBMM’den halkın iradesinin oluşturduğu siyasal partilerin onayı ile geçen: ne 5 yıllık planlar, ne de yıllık programlar var. 12 Eylül darbesi, “ekonomik ve toplumsal planlama anlayışını yıkarak” iktidara gelenlerin, “ben yaptım oldu” mantığı ile aylık, haftalık, günlük tepkisel uygulamalarına dönüştü.
- Parlamenter rejim, kuvvetler ayrılığı, sivil toplumsal örgütlenmeler üzerine oturtulmuş “demokratik anlayış ve uygulamalar” özellikle yok edildiler.
- Batılılık (Avrupalılık) anlayışının yerine, “Batıcılık ve siyasal İslam ayakları üzerine oturtulmuş”: kuvvetler ayrılığı ve hukukun üstünlüğü yerine tek merkezli (ve kişili) bir başkanlık rejimi egemen oldu.
- Fethullah Gülen ve FETÖ örgütü, Batıcılığın (ABD’nin) ve siyasal İslam örgütlenmelerinin ortak ürünüdür. FETÖ bu ortaklığın doğal bir sonucu olarak, “post-modern bir emperyalizm” olarak ilk kapsamlı uygulamasını Türkiye’de yürütmüş ve iş 15 Temmuz darbe girişimine gelmiştir.
- 1961 Anayasası doğrultusunda, ulusal (ve makro) planlamalar ile Demirel hükümetinde “bile”, çok başarılı bir biçimde yürütülen uygulamaların önü, “Batıcılar ve yeni siyasal İslamcılar tarafından” 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat’ta kesilmiştir. 2000’lerin başlarından bugüne kadar, “ulusal plan ve programların” tartışılarak ortaya konmadığı bir ortama, emperyalizme açık olarak sürüklendik. Ankara bugün dış ilişkilerde, “Washington ve Moskova arasında” sıkıştırılırken, bölgede yalnızlığa itildik.

Yeni rejim ve kent yönetimleri
Türkiye’de bugün siyasi kavganın ve cepheleşmenin iki boyutu vardır:
- AKP ve CHP bir boyutunda “parlamenter demokrasi ve tek adam rejimi ayrışması ve kavgası” içinde bulunuyorlar.
- Diğer boyutunda ise tek adam rejiminin makro boyutta, “ben yaptım oldu” felsefesine karşı, “büyük kentlerin yönetiminde, planlı ve demokratik uygulama çabaları yürütülmek istenmektedir”. İzmir ve Eskişehir bunun örnekleri. İstanbul, Ankara, Adana, Mersin, Antalya da bunlara dahil edilmeye çalışılacaklar.
İYİ Parti’nin bu kavgada CHP’ye verdiği destek ise bu coğrafyanın kaçınılmaz bir sonucudur. Aslında bu birliktelik “esas beka meselesinin” ürünüdür.
Doğu’da küçük bir kentte “komünist bir başkanın” ortaya çıkması, ulusal düzeyde sağcısıyla, solcusuyla övgü alması, “82 milyonluk” koca Türkiye’de bir başarı mı, yoksa trajikomik bir olay mı? Üstelik, “İslami bir iktidar döneminde sıkı bir komünistin medyada bir yıldız gibi parlayarak gündeme oturması” 82 milyon açısından ne anlam taşıyor?
Aynı gelişme minnacık bir kentte değil de 3-5 milyonluk bir kentte “olabilseydi” acaba iktidar, medyamız ve dünya olayı nasıl değerlendirirdi? Bir anımsayalım, Celal Bayar DP’nin son yıllarında, “komünizm geldi, geliyor açıklamaları yapmıyor muydu?”: DP ve içimizdeki “Yeşil Kuşakçılar” komünizmle mücadele derneklerini kurdurup solcuların üzerine salmadılar mı?
Bugün Tunceli’deki Fatih başkana yapılan övgüleri gördükçe: onu bir kurtarıcı gibi gösteren çevreleri düşündükçe aslında, “Türkiye’nin saplandığı çelişkileri yaşadığımıza inanamıyorum”.
Övgüler özünde “ideolojik değil”: yaşanan dünyada, reel politikada “ortak değerleri, yararları ve çıkarları geliştirmeye yönelik pratik yöntemler, uygulamalar”: açıkçası aklın, mantığın, planlamanın sağladığı ortak yararlar bunlar.
Yaşadığımız uygulamalardaki plansızlığı, programsızlığı, ben yaptım oldu yanlışlarının getirdiği çöküşü ve gerilemeyi yaşadığımız için, bu tür “akılcı ve planlı uygulamalar bir yıldız gibi parlayarak öne çıkıyor”.
Aslında övgülerle, özlemlerimizi gideriyoruz. Sanki Tunceli’nin Fatih’i mi: bin hastanın yattığı bir hastanede sadece bir iki hastanın iyileşmesi gibi bir şey. Eskişehir, İzmir, Tunceli örnekleri bunlar, darısı Ankara’nın, İstanbul’un, Adana’nın başına...  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları