Cumhuriyetin 91. yılında müzik...

29 Ekim 2014 Çarşamba

Atatürk geleneksel müziğimiz kadar Batı müziğine ilgi duyan bir devlet adamıydı. Müziğimizin yerel dilden çıkıp uluslar arası bir dile sahip olmasını öngörmüştü.

Osmanlı döneminde Klasik Türk Müziği, saray, tekke ve askeri ortamlarda icra edilmekte; halk müziği ise yöresel olarak babadan oğula geçerek sürmekteydi. Konuları farklı olsa da bu dalların kendine özgü makam ve usul yapıları aynıydı.
Evrensel müzik dışındaki sanat dallarında kurumsallaşma Cumhuriyetten önce başlamıştı: Sanayii Nefise 1883’te açılmış, Tanzimat dönemiyle edebiyat yenilenmiş, 1914’te kurulan Dar-ül Bedayi ile tiyatrocular yetişmişti. 1916’da kurulan Darülelhan (Melodiler evi) ise Cumhuriyete kadar geleneksel müziğin eğitimini vermekteydi.
Batı’da yüzyıllar boyu egemen olmuş polifonik müziğin hazırlıkları 1828’de Donizetti Paşa’nın Musika-ı Hümayun’un başına gelmesi, ilk çoksesli marşlarla bandonun sokaklarda konser vermesi, ayrıca İstanbul’un eğlence yerlerindeki tangolar, kantolar, operetler; yurtdışından gelen opera kumpanyalarıyla sunulmuştu.
Atatürk geleneksel müziğimiz kadar Batı müziğine ilgi duyan bir devlet adamıydı. Müziğimizin yerel dilden çıkıp uluslararası bir dile sahip olmasını öngörmüştü. Bunun başlıca adımı da polifonik tekniğe geçiş olmalıydı. Böylece Cumhuriyetle müzik sanatında başlayan kurumsallaşma, bu sanatın yerel dilden evrensele açılımını sağladı.
Önce 1924’te müzik öğretmeni yetiştirecek kurum, Musiki Muallim Mektebi kuruldu. Ayrıca Darülelhan’a Batı müziği eklendi. O zamana kadar saraya hizmet veren Musika-i Hümayun Cumhurbaşkanlığı’na bağlandı ve Riyaseti Cumhur Filarmoni Orkestrası’na dönüştü. 1928’de açılan sınavlarla yetenekli gençler yurtdışında eğitime gönderildi. Onlardan birisi de Ahmet Adnan Saygun’du.
Cumhuriyetin ilk kuşak bestecilerinden Ulvi Cemal Erkin, Ahmet Adnan Saygun ve Necil Kazım Akses, çalışmalarını Ankara’da ortaya koydular. Cemal Reşit Rey hep İstanbul’un bestecisi oldu. Hasan Ferit Alnar ise İstanbul’da başlayıp Ankara’da devam etti. Hepsinin öncüsü olarak kabul edebileceğimiz Cemal Reşit, Osmanlı geleneğine bağlı, çok önemli öğretmenlerden aldığı Fransız eğitimiyle yoğurulmuş bir sanatçıydı. 1926’da ortaya çıkardığı 12 Halk Türküsü, İstanbul’dan önce Paris’in Pleyel Salonu’nda çalınmış, övgüler derlemişti. 1930’da bestelediği Enstantaneler, İstanbul’dan çeşitli izlenimleri resimliyor, böylece ilk kez müzikle resim yapma sanatını uyguluyordu. Onuncu Yıl Marşı ise bestelendiği günden beri, seksen bir yıldır Cumhuriyetimizin simgesidir.
İlk kuşak içinde yeniliğe en açık besteci Necil Kazım Akses oldu. İlhan Usmanbaş ve Bülent Arel ile simgeleşen ikinci kuşak Batı’da yüzyıllar önce başlamış teknikler bir yana, o sırada evrensel ortamda var olan her yöntemi anında uyguladılar.
Bugün kimileri tarafından çoksesli ulusal Türk müziğinin yaratılması Cumhuriyetin dayatmacı bir projesi olarak ileri sürülüyor. Doksan bir yıl sonra bakıyoruz da genç kuşaklar hiçbir dayatmaya boyun eğmiyor: Özgün Türk çalgılarını, makamsal yapıyı, aksak tartıları, elektronik ortamı, dizisel yöntemi, minimalist anlatımı da dilediği gibi kullanıyor ya da hiçbir yerel öğeye bağlı kalmaksızın evrensel arenaya çağdaş Türk bestecisi kimliğiyle imza atıyorlar.
Asıl dayatmacılık keyfi bir şekilde bugünkü yönetimimize ait: Fazıl Say gibi bir bestecimizin müziğini değil, fikirlerini beğenmeyen yönetim onun yapıtlarını son dakikada konser programından kaldırma tartışması yaratabiliyor; nice yıldır kurumlarımıza emeği geçmiş orkestra şefi Rengim Gökmen’i bir gecede “tenzil-i rütbe”yle sıradan bir orkestra üyesi olarak atayabiliyor. Atatürk yıkılmış bir imparatorluğun külleri arasından bu ulusu ayağa kaldırmış, kültür dünyasını da yeniden inşa ederken bütün deneyimli sanatçılardan yararlanmıştı.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Eski bayramlar 10 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları