Olaylar Ve Görüşler

Demokrasinin son ışığı sönmemeli!

11 Haziran 2019 Salı

Ülkenin gizli ve açık tüm haber kaynaklarının bağ­lı olduğu İçişleri Bakanı Soylu, sözlerine “Erdoğan’ın ül­kesinde...” diye başlıyorsa, be­ğenin-beğenmeyin, hiç kuşku­suz bir gerçeği dile getiriyordur. Bu tanımlama doğal olarak Er­doğan demokrasisi kavramını da içerir.
 
Erdoğan demokrasisi...
Bilindiği gibi ya da bilinen de­mokrasilerde üç ana erk ya da yönetim gücü kaynağı vardır: yasama, yargı ve yürütme.
Erdoğan demokrasisinde, yar­gı erki Başkan’a bağımlı kılı­narak erk olmaktan çıkmış, tü­müyle bir siyasal kişide toplan­mıştır; o kadar ki, yargıda sö­züm ona reform yapılacaksa onu da Başkan yapıyor.
Çağdaş demokrasinin doğu­şunda yaşandığı gibi yasama er­ki, esas olarak bütçe hakkı anla­mına gelir. Salonunda “Egemen­lik Kayıtsız Şartsız Milletindir” diye yazılmasına bakmayın, bütçe hakkı Başkan’ındır ve da­hası çoğunluğunun kimlerden oluşacağı Başkan tarafından saptanmış bir Meclis vardır.
Bir başbakan ve ona bağlı ba­kanlardan oluşan bir yürüt­me erki yoktur; bu erk, tartışıl­maz bir biçimde, aynı zamanda AKP’nin de genel başkanı olan Başkan’ındır.
Bunlar yetmezmiş gibi, Baş­kan tüm kamu kurum ve kuru­luşlarının başıdır: Devleti ida­ri olarak denetleyen Danıştay; devletin parasal işlemlerinin ya­sal olup olmadığına bakan Sayış­tay da Başkan’a bağlıdır; Banka­cılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu, ülke ekonomisinde bü­yük ağırlığı olan kamu bankala­rının yönetimine Başkan tarafın­dan, bankacılıkla uzaktan yakın­dan hiçbir ilgisi bulunmayan si­yasetçilerin atanmasına bile ses çıkaramaz. Devletin derlediği is­tatistikler güvenilir olmaktan çok uzaktır. Eğitim, çocuğun ve gencin yaratıcı yeteneklerini ge­liştirmekten her gün biraz daha uzaklaştırılmaktadır. Düşünce ve ifade özgürlüğünün kökü kuru­tulmuştur; onlarca insan yalnız­ca düşüncelerini açıklamaları ne­deniyle hapistedir; yine düşün­celeri nedeniyle kamuda binler­ce kişinin işine son verilmiş, ül­ke içinde ve dışında çalışma hak­ları ellerinden alınmıştır. Oysa çalışma hakkı, yaşama hakkının olmazsa olmazı, en temel insan hakkıdır.
Kurumsal bağımlılık bağla­mında, üniversitenin yüzde 100’ü; basın-yayının yüzde 90’ı doğrudan doğruya ve kaska­tı bir biçimde Başkan’a bağımlı­dır. Örgütlenme özgürlüğünden ve örgütlü hak arama olanakla­rının varlığından söz edilemez. Emek, sermaye ve meslek ör­gütlerinin çok büyük bir bölü­mü; cemaatlerin ve dinsel va­kıfların tamamı Erdoğan’ın em­rindedir. Emek-sermaye ilişkile­rinde sadece sermayenin dediği olur; her üç emekçiden biri ka­yıt dışı çalıştırılmaktadır; kıdem tazminatında biriken para işve­renlere aktarılmaktadır; emek­çiyi yarı köle yapan taşeron işçi­liği yaygındır; çalışanlar, emek­lilikte yaşa takılmaktadır.
Kısaca, Erdoğan’ın ülkesin­de tek kişiye bağlı ya da mutlak anlamda devlet-sermaye-parti yönetimi egemendir.
Böyle bir rejimin adı, olsa olsa Erdoğan demokrasisidir.
Çok önemli bir nokta daha var: Erdoğan demokrasisi son bir yıldır, 24 Haziran 2018 se­çimlerinden bu yana, tam ola­rak uygulanıyor.
Yukarıda özetlenenlere ek olarak vurgulanmalıdır ki, son bir yılda, ülke ekonomisi olduk­ça ağır ve kısa sürede iyileşme­si beklenmeyen bir kriz süreci yaşıyor. Yine, son bir yılda ülke barıştan biraz daha uzaklaşmış bulunuyor. Bitmedi, izlenen dış politika, ülkeyi her gün biraz daha Ortadoğu’nun savaş batak­lığının içine çekiyor.
Dahası tüm bu sorunlar, kor­kusuzca konuşulup yazılamı­yor; Erdoğan demokrasisine yö­nelik en küçük bir eleştiri, eleş­tirenin kimliğine bakılmaksı­zın, FETÖ’cü, PKK teröristi, iş­birlikçi hain olarak çok ağır suçlanmasına ve yargının bu amaçla harekete geçirilmesine neden oluyor.
 
Sandığa da kıyamamalı!
Bu ülkede, yakın yıllara ka­dar, kör-topal da olsa, işleyen ya da çalışan bir demokrasi vardı. Bunu sağlayan belli aralıklarla, ancak mutlaka yapılan seçim­lerdi, sandıktı.
Demokrasisinin tüm eksikle­rine karşın, Türkiye insanı, ül­kenin yönetimini seçim yoluyla etkileyebileceği; kendi yaşamıy­la ilgili bir şeyleri oy sandığı yo­luyla değiştirebileceği kanısın­daydı; sandıkta çözüm bulacağı umudunu hep taşıdı.
Ancak 31 Mart yerel seçimle­ri sonrasında yaşananlar o san­dık umuduna çok ağır bir darbe vurdu; vurmaya da devam edi­yor. Gerçekte, İstanbul’da Ek­rem İmamoğlu’nun kazanmış olduğu seçimlerin, Başkan’a ba­ğımlı YSK araç yapılarak ge­çersiz sayılması, onunla birlik­te Güneydoğu’da altı ilçe ve iki beldede sandık sonuçlarına gö­re kazanan belediye başkanları­nın değil, ikinci olanların bele­diye başkanı yapılması, aslında Erdoğan demokrasisinin sandı­ğa dayalı umutları da tamamıy­la yok etme sürecine girdiğini kanıtlamaktaydı.
Bu çerçevede YSK’nin İstan­bul seçiminin yenilenmesine gerekçe gösterdiği ve tamamıy­la kendi yanlış işlemi olan san­dık başkanları ve kurullarının oluşumu konusu seçimlere çok az bir süre kalmış ve onca açık­lama yapılmış olmasına karşın seçim hukuku uzmanlarının bi­le çözemediği tartışmalı duru­munu koruyor. YSK sandığı, da­ha doğrusu seçim güvenliğini bir bilmeceye dönüştürmüş bu­lunuyor.
Ülkenin geleceği açısından çok daha yıkıcı olarak Ekrem İmamoğlu’na yönelik eleştiriler yalnız FETÖ, PKK ile sınırlı kal­mıyor, AKP’nin en yetkili ağız­larından Pontus, Rum, Konstan­tinapol gibi ırkçı suçlamalar dö­külebiliyor; Trabzon milletveki­li Ali Şükrü Bey’in Mart 1923’te öldürülmesine adı karışan Topal Osman’dan bile yararlanmak is­teniyor. Üstelik bu ayrıştırıcı ve yıkıcı, ancak tamamıyla daya­naksız suçlamaları yapan kamu görevlileri yerlerini koruyor; on­lara dokunulmuyor. Diğer taraf­tan AKP adayı, Kürt oylarını al­mak için Diyarbakır’da bu par­tinin hiç vazgeçmediği düşünce dönekliğinin görülmedik örnek­lerinden birini daha sergiliyor!
Başkan ve adamlarının bu­günlerde yaptıkları aslında hal­kın, kalan son umudu seçim sandığını da tamamıyla yok et­menin altyapısını oluşturuyor.
Eğer İstanbul’u Başkan’ın adamı kazanırsa bu olay, 16 Ni­san 2017’den bu yana sandıkta yapılanlar ve yaşananlarla bir­likte, halkın elinde kalan sandık yoluyla iktidarı etkileme olana­ğının ya da imkânının da yok olduğunu kanıtlamış olacak, sandık umudu da tamamıyla or­tadan kalkacaktır.
Bu nedenle İstanbul seçmeni, bu ülkede gerçek demokrasinin yeniden filizlenmesi umutlarını yok etmemeli; İstanbul’da Erdo­ğan demokrasisinin kazanması­na kesinlikle izin vermemelidir. Gerçek demokrasinin yeniden yeşerebilmesi için İmamoğlu, üstelik çok büyük bir oy farkıy­la kazanmalıdır. Çünkü, İstan­bul kaybedilir ve böylece top­lum sandıktan da hiçbir sonuç alamayacağı noktasına varırsa bu ülkenin yalnız siyaseti değil, tümü, bilinmezliğin karanlığına yuvarlanır.
İstanbul seçimini tüm ülkede demokrasi umudunun son nok­tası yapan budur.
PROF. DR. YAKUP KEPENEK
 
 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları