Tarih Sıkıştırıyor

23 Kasım 2014 Pazar

Ulusal ve uluslararası ölçekte sorunlar birikti, yoğunlaştı. Bu aynı zamanda “çözümlerle” ilgili bir yoğunlaşmadır. Öyle ya da böyle, beğenin ya da beğenmeyin bir “sıkışma” anı gelecek, tablo hızla değişecektir. Uluslararası ölçekte İkinci Dünya Savaşı öncesi günlerini hatırlatan yoğun bir trafik yaşanıyor. Sınırları zorlayan askeri ve politik harekâtlar, potansiyeli büyük, kendisi şimdilik sınırlı, küçük savaşlar zamanındayız. Ortadoğu’daki, Rusya - Avrupa sınırındaki askeri hareketlenmeler tehlikenin büyüdüğünü gösteriyor. Türkiye ise her iki bölgenin ortasında, tehlikenin göbeğinde, büyüklük kompleksine kapılmış, içte de dışta da tutarlı bir politika üretme yeteneğine sahip olmayan bir siyasi ekip tarafından yönetiliyor.

***

Bu tabloya giderek tükenme sınırına getirdiğimiz doğa ile ilgili ve galiba çözümde geç kalınmış sorunlar ekleniyor. O konuda da sıkışma tatsız bir “çözümü” önümüze koymak üzeredir. Kapitalizmin doğası ile yapışık bu sorunu, insanın lehine çözebilme umudumuzu, teorik olarak ne kadar çaba göstermiş olursak olalım sosyalizm deneyiminde de koruyamadık. Kuşatılmış sosyalist ülkeler henüz çaresini üretemediğimiz uluslararası rekabetin ağırlığına dayanamadılar. Ortaya çıkan tablonun “tarihin sonu”, “kapitalizmin nihai zaferi” olarak ilan edilmesi, gerçeği perdelemekten, yaşadığımız sıkışma anını hızla yaklaştırmaktan başka bir sonuç doğuramazdı.
Öyle de oldu.

***

Batı’nın taktığı ve kabul ettirdiği tanımla “soğuk savaş” döneminin nükleer “dehşet dengesi” yerini daha tehlikeli bir “dengeye” terk etti. Bu denge günü birlik değişen, aktörlerin hızla kimlik ve kılık değiştirdiği kaotik bir dengedir. Tarihçi Eric Hobsbawm “Kısa 20. Yüzyıl” adlı eserinde (Everest Yayınları) derin bir karamsarlıkla daha bu yüzyıla girmediğimiz günlerde bu tehlikeli geleceğe işaret etmişti. Uzunca bir alıntıya izin verin; şöyledir:

***

“Gelecek, geçmişin bir devamı olamaz ve gerek dışsal, gerekse içsel olarak tarihsel bir kriz noktasına ulaştığımızı gösteren belirtiler var. Tekno-bilimsel ekonominin oluşturduğu güçler artık çevreyi, yani insan hayatının maddi temellerini tahrip edecek kadar büyüktür. (...) Dünyamız hem dışa hem de içe doğru infilak etme tehlikesiyle karşı karşıyadır.” Umutsuz ve karamsar bir öngörüydü bu. Devamı azıcık umut ışığı, daha doğrusu şartlı da olsa bir “çözüm” umudu içerir. “İnsanlığın anlaşılabilir bir geleceği olacaksa, bu geçmişin ya da şimdiki zamanın sürdürülmesiyle olamaz. Üçüncü bin yılı bu temelde kurmaya çalışırsak başarısızlığa uğrarız. Ve başarısızlığın bedeli, yani değişmiş bir toplumun alternatifi, karanlıktır.” (787-88)

***

Şimdi biz o 21. yüzyılın içindeyiz. Ufukta görünen, ne yazık ki, 19 ve 20. yüzyıllarda yaşadığımız sıkışma zamanlarının daha vahimi ile karşılaşabileceğimize dair korkutucu işaretlerdir. Bu tehdide eklenen tehlike ise kitlelerin, yani bu tablonun içinde oradan oraya koşuşan insanların çılgın bir hareketlilik içinde rotayı şaşırma, Marx’ın filozoflarına benzeme ihtimalidir. “Filozoflar, diyordu Marx, dünyayı çeşitli biçimlerde yorumlamakla yetindiler; oysa asıl önemli olan dünyayı değiştirmektir.”

***

Filozoflar dünyayı değiştiremezler. Değiştirme yeteneğine sahip olan kitleler iradeleriyle, bilinçleriyle kendilerini gösterebilirlerse dünya gerçekten değişebilir ve yaşadığımız bu sıkışma anlarında farklı bir çözüme doğru ilerleyebilir. Kuşkusuz bunun ön şartı; değişmez karakteriyle felaketi çağıran sistemle hesaplaşma kararlılığını gösterebilmektir. Toplumsal hareketler hem bizim ülkemizde, hem de dünyanın pek çok yerinde eylemdedirler. Peki bir sonuç alabilecekler mi?
Bunu henüz bilemiyoruz. Ama günümüzün sorusu da, sorunu da budur.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Sondan Bir Önceki 7 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları