Her Şey ‘Alfabe Adası’nda Başlar

13 Aralık 2014 Cumartesi

Yeni Türkiye, eski harf açılımı girdabına savrulurken… “harflerle” ilgili yeni bir sergi gördüm.
Harf derken… sergi “okumak” hakkında…
“Alfabe adası: Okumayı nasıl öğrendik?” adını taşıyor ve haliyle tabii “harflerle” başlıyor.
Girişe Mario Vargas Llosa’nın dört yıl önce Nobel’i alırken söylediği, “Hayatımda başıma gelen en önemli şey, okumayı öğrenmek oldu” sözlerini koymuşlar…
“Kitaplardaki sözcükleri imaja dönüştüren büyünün, zaman ve mekân sınırlarını ortadan kaldırarak yaşamımı nasıl zenginleştirmiş olduğunu aradan nerdeyse 70 yıl geçtikten sonra hâlâ çok net hatırlıyorum” diyor ünlü yazar.
Llosa’nın sözlerinin yanına şu notu da düşmüşler: “Okumayı ilk kiminle öğrendiğimizi ve okuma yolundaki ilk adımlarımızı hepimiz çok canlı hatırlarız.”
Ne kadar doğru.
Benim çocukluğumda anaokulu yoktu.
Bana “büyükannelik” yapan sevgili öğretmen büyük halam, evde okumayı öğretmişti.
Beş yaşındayken -fazla klasik olacak ama!- eve giren tek gazete Cumhuriyet’in logosuyla harf harf… Ardından hece hece o yılların “yeni Türkiye”sinin heyecanıyla halam, sular seller gibi okumayı bana söktürmüştü.
Okunan ilk sözler ve harfler, sonra ömür boyu insanı tanımlıyor.
Bunu şimdi -heyhat!- daha iyi anlıyorum…

Yurttaş olmanın ilk adımı
Madrid’de gezdiğim “alfabe adası”na dönersek…
Okuma, dünyanın her yerinde, yakın zamanlara dek hep böyle, harf-hece-cümle sırasıyla öğretilmiş.
Ama artık yöntemler değişmiş.
Dijital okur yazarlık çünkü başka düşünce yapıları geliştiriyor, farklı öğrenme ve zekâ türleri gerektiriyormuş.
Okumanın tarihi ve anlamına ışık tutan sergi, “Seküler kültürün ilk adımı, ‘alfabe adası’na çıkmakla başlar!” mesajını vurguluyor, “harfler ve alfabenin yurttaş olmanın ilk adımı” olduğunu söylüyor.
“Alfabe adası”nı Madrid’in yeni kültür merkezlerinden kent mezbahasında gördüm.
Evet doğru anladınız, bir mezbaha burası.
Eski mezbahayı İspanyol başkentinde 8 bin metrekarelik bir kültür alanına çevirmişler ve içine müzik akademileri, sinemalar, tiyatrolar, sergi bölümleri, sanat galerileri, tasarım merkezleri, restoranlar, kahveler, konser salonları, kütüphane, bir “okur evi” kondurmuşlar.
“Alfabe adası”nı, eski mezbaha/yeni kültür merkezinin parçası olan “okur evi”nde gördüm…
“Okur evi”ni yöneten eski Kültür Bakanı Cesar Antonio Molina, İspanyolcada Madrid Matadero (Madrid Mezbaha) olarak anılan bu kültür gezegenine okur evi açmak gerekçesini; “yurttaşları yeniden okumaya/kitaba yakınlaştırmak” olarak açıklıyor.
Dijital okur yazarlık döneminde her zamankinden çok okuduğumuzu, ancak oburca, konudan konuya atlayarak yapılan yeni okur yazarlığın bizleri düşünmek yerine tüketiciliğe yönelttiğini; okur eviyle aşılanmak istenen fikrin oysa ki “yalnız satın alarak” değil, okuyarak da “birisi/adam” olabileceğimiz düşüncesini vermek olduğunu söylüyor.
German Sanchez Rupierez Eğitim Vakfı tarafından işletilen, mimar Anton Garcia Abril’in restorasyonuyla yaşama geçirilen okur evi, “alfabe adası”nın bulunduğu sergi bölümü ile ferah penceleriyle bulutlara değdiği izlenimi yaratan aydınlık, modern bir kütüphaneden oluşuyor.
İspanyolların son 50 yılda okudukları romankitapları konu alan… ‘60’lar, ’70’ler, ’80’ler, ’90’lar ve 2000’lere damga vuran kitaplar sergisi ile de önce adından bahsettiren “okur evi” konferanslar, seminerler, çalıştaylar, çok değişik kurslar için kullanılıyor.

Bozkırda yeşil vaha
Okur evi Mezbahadaki kültür alanlarından yalnızca biri.
Bir pazar gününü geçirdiğim mezbahada, “alfabe adası”ndan başka geri kazanım malzemeleriyle yapılan tasarımların yer aldığı bir dizayn sergisi ve İspanyol haber ajansı EFE’nin “75 yıllık gazetecilik” sergilerini gezdim.
Öğleden sonra Madrid’in meşhur sıcak çikolatasını içmek için kafeteryaya girdiğimde, dans kursundan yeni çıkan genç-yaşlı müşterilerin çılgınca “rock’n’roll” ve “twist” yaptıklarını gördüm.
Mezbahada hafta sonu geçiren Madridliler, ilgi alanlarına göre her faaliyette bulunuyor.
İsteyen müzik akademisinde “kayıt” yapıyor; isteyen sinematekte film izliyor, isteyen çocuklara yaratıcı, eğitici etkinlikler sunan oyun alanına çocuklarını bırakıyor.
İsteyen bisiklet kiralayıp az ilerde Manzanares Nehri etrafında yeni düzenlenen parka gidiyor.
Goya tablolarında gördüğümüz Madrid’in tarihi mesire yerlerinden olan Manzanares; kültür merkezinin mezbaha olduğu yıllarda çaptan düşmüş, bizdeki eski Haliç gibi kaderine terk edilmişti.
Ama bundan böyle “Nehir Madrid/rio Madrid” olarak anılan bu bölge de elden geçmiş ve yeniden düzenlenerek 952 bin metrekare yeşil alan olarak başkente kazandırılmış.
Postmodern Madrid, apayrı bir yer olmuş…
Binalar aynı kalsa da demokrasi ile birlikte şehri yaşama şekli değişmiş.
Türkiye’de bunun tam tersi oluyor.
Binaları bırakın, bizde mahalleler topyekûn değişiyor.
Eski sinemalar, eski kahveler/pastaneler, yıllanan ağaçlar buldozerle yıkılıyor.
Yerlerine 1000 odalı saraylar, ucube AVM’ler dikiliyor.
Türkiye’de “post-modernlik”, ütopik bir geçmişe geri dönmek hayaliyle olanı hep sıfırlamak ve filmi geri sarmak şeklinde yaşanıyor.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Sevgiliye Mektuplar 24 Mart 2024

Günün Köşe Yazıları