Leyla Tavşanoğlu

Güvene ihanet ediyorlar

15 Temmuz 2010 Perşembe

Prof. Dr. William Black şirket içi yolsuzluklarla mücadele uzmanı bir hukukçu. İstanbul’da Yeditepe Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nde konusuyla ilgili bir konferans verdi. Dünyanın çeşitli bölgelerinden ve ABD’den şirket içi yolsuzlukların nasıl yapıldığını söylerken kendi geliştirdiği “güdümlü yolsuzluk” kavramı konusunda da çarpıcı anekdotlarını anlattı. İstanbul’dan sonra Paris’e uçtu. Küresel ekonomik krizin etkileriyle ilgili bir konferans verdi. Fransız Senatosu’nu krizle mücadelede uluslararası işbirliğinin rolüyle ilgili bilgilendirdi. Prof. Black’i dinlerken bu yolsuzluk filmlerini döne döne seyrettiğimi düşünüyordum.

- “Banka Soymanın En İyi Yolu Banka Sahibi Olmaktır” isimli kitabı yazmaya sizi iten nedenler neydi?

W.B. - 1980’ler ve 1990’larda ABD’de yaşanan en kötü finans skandalından esinlendim. Özellikle ekonomistler bunun neden patlak verdiğini anlayamamışlardı. Bunu fazla risk almaya ya da kötü kadere bağlıyorlardı. Ben ve benim gibi düşünenler ise buna “otopsi krizi” ismini takmıştık. Bu tabii ki bir teşbihti. Banka batmasının nedenlerini dikkatle araştırdık.

Sonunda bunun nedenini bulduk. İş yatırım kuruluşunun başındakine bağlıydı. Yani yatırım kuruluşunun murahhas üyesi şirketin içini boşaltmıştı. Bu çok tehlikeliydi. Çünkü dış görünüşte şirket son derece yasal işler yapıyordu.

Öyle mafya türü işler ön planda görünmüyordu. Dolayısıyla da insanlara güven duygusu telkin ediliyordu. Bu işleri yapanların uyguladıkları tek tip bir yöntem vardı. Bir kere şirketin varlıkları balon gibi şişirilecekti. İkinci olarak da mudilere kısa vadeli çok yüksek faizler ödenecekti. İlginç olan ortada hiçbir paranın dönmemesiydi.
 

Finans skandalları

- Yani ABD’de son patlak veren finans skandallarında Lehman Brothers ya da Goldman Sachs gibi kuruluşlar mı?

W.B. - Evet. Hepsi kitabına uygun işler yapıyordu. Kriz patlak verene kadar şöhretleri de çok iyiydi.

- Benzer filmleri Türkiye’de görmedik mi?


W.B. - Ne yazık ki bugün bu filmlerin aynısını onlarca ülkede görüyoruz. Şirketlerin en tepe noktalarındaki insanlar bu işleri idare ediyor. Onlar istediklerini yapıyorlar. Çünkü yatırımcı onlara güveniyor. Ama onlar bu güvene ihanet ediyorlar.


Dürüst rekabet ortadan kalktı

- İyi de, yatırımcı onlara güvenlerini kaybederse ne olacak?

W.B. - Meseleyi iyi kavradınız. En tehlikelisi de bu zaten. Son derece düzgün, yasal görünen kurumlar bu yüzden güven kaybına uğruyor, bir gecede batabiliyorlar. Lehman Brothers ve Goldman Sachs örneğini verdiniz. Piyasalara en büyük zararları verenler, bu kuruluşların başındaki kişiler oldu. Çünkü finans piyasalarına güven kaybı ortaya çıktı.

İnsanlar, yatırımcılar bu kuruluşlara güvenmeliler. Ama çok fazla güvendikleri zaman da kolay av haline geliyorlar. Bakın, yatırımcı olarak bu kuruluşlardan birine gidiyorsunuz. Karşınıza son derece iyi giyimli, nazik, ağzından bal akan biri çıkıyor. Size birtakım sofistike finans modelleri sunuyorlar.

Bu konuda düzgün yasal düzenlemeler yapılmadığı sürece de bu saadet zinciri devam eder ve başka şirketler de onları taklit ederler. Çünkü bu işlerde kârlar çok yüksektir.

Nobel ödülü sahibi ekonomist George Akerlof, müşterinin sınırsız kâr vaatleri verilerek nasıl aldatıldığını anlatır. Paraların yatırıldığı kâğıtlar battığı zaman da o binlerce yatırımcı için ölüm demektir. İnsanlar paraları battığında gerçekten ölüyor ya da hastalanıyor.
 

Melamin böbrek sorunlarına yol açıyor

- Sadece bu örnekler mi? Bir de ürün kalitesi konusunda tüketicinin aldatılması sonucu da insanlar ölüyor ya da sakat kalmıyorlar mı?

W.B. - Ne yazık ki öyle. Çin’de üretilen bebek mamalarını hatırlayın. Tüketici şikâyetleri üzerine bunlar dikkatle tahlil edilince bunların bebek maması değil melamin katılarak sulandırılmış talk olduğu ortaya çıktı. Melaminin katılmasının nedeni ise protein düzeyini arttırıyor görünmesiydi.

Bu mamaların sıfır besin değerine sahip oldukları görüldü. Üstelik melamin böbrek sorunlarına yol açıyordu. Pek çok bebek öldü, pek çoğu da hastanelik oldu. Bu piyasa sisteminin ne kadar bozulabileceğinin bir göstergesidir.

- Bir de zehirli boyalarla boyanmış oyuncaklar skandalı da ortaya çıkmıştı...

W.B. - Evet. Boyalarda aşırı miktarda kurşun bulunmuştu. Bu oyuncaklar çok ucuz olduğu için kapış kapış satılıyordu. Bu tür uygulamalar dürüst rekabeti ortadan kaldırıyor. Bu da kapitalist sistemin yapabileceği en büyük kötülüktür.

Biz şimdi özel sektörden konuşuyoruz. Ama benzer olaylar kamu ya da sivil toplum sektöründe de yaşanabiliyor. Size Türkiye’den bir örnek vereyim: Türkiye’nin elinde son derece düzgün ve doğru binaların depreme dayanıklı yapılabilmesi için yasalar ve yönetmelikler var. Türkiye’nin bu yasa ve yönetmelikleri, deprem hattı üzerinde olan California’nınkilerden esinlenmiştir.

Ama ne yazık ki deprem tehlikesini göz ardı edip malzemeden çalınarak yapılan binalar depreme dayanıklı olmuyor. Son otuz yılda yaşanan üç büyük depremde yeni yapılan binaların çoğu yerle bir oldu. Binlerce insan öldü, binlercesi da yaralandı. Bir de yüzyıllar önce yapılan binalara bakın. Onlar bunca depreme rağmen sapasağlam ayakta duruyor. Kamu sektöründeki yolsuzlukla özel sektördeki yolsuzluk işbirliği yapmasaydı hiç kimse bu kadar çürük inşaat yapmaya cesaret edemezdi.




‘Sen ben bizim oğlan düzeni’

- Peki bu arada İzlandalı yöneticiler ne yapıyordu?

W.B. - Bunları kontrol altına almak için hiçbir şey yapılmadı. Çünkü herkes bundan nemalanıyor, zengin oluyordu. Çünkü İzlanda’da hemen hemen herkes birbiriyle akraba. Herkes birbirini tanıyor. Tipik “sen ben bizim oğlan” düzeni.

Tabii sonunda balon patladı. Hem de ne patlayış. Onlarca milyar dolar havaya uçtu. Bu arada İngiltere ve Hollanda’dan İzlanda finans kapital dünyasının cazibesine kapılıp oraya paralar yatıran yüz binlerce kişinin de mahvına sebep oldular. İzlanda bu felaketin ardından suçu kendinde hiç bulmadı. İzlandalı bankerleri finans teröristleri olmakla suçlayıp anti-terör yasasını uygulayarak İzlanda’daki bankaları kapattıran İngiltere’ye suçu yüklemeye çalıştı.

- Peki, Yunanistan’a ne oldu da batmanın eşiğine geldi?

W.B. - Yunanistan, güdümlü yolsuzluk ve sen ben bizim oğlan düzeniyle ünlenen bir ülke. Yunanistan’ın bir önceki Nea Demokratia Hükümeti hemen hemen her konuda yalan beyanlarda bulundu. Özellikle de Avro konusunda yalan söylediler. Avro ve Avrupa Merkez Bankası gerçekten akılsızca kurulmuştu.

Daha Avro ve Avrupa Merkez Bankası kurulmasından 20 yıl önce kimileri olacakları görmüşlerdi ve AB’nin merkez değil de Yunanistan, Portekiz gibi çevre ülkelerinde bir ekonomik kriz olup devalüasyon gerektiğinde elleriyle kollarının bağlı olacağını çünkü Avro’ya mahkûm kaldıkları için bunu devalüe etmenin imkânı olmayacağı konusunda uyarılarda bulunmuşlardı. Bunun dehşetli ve uzun süreli bir işsizliğe yol açağı konusunda dikkatleri çekiyorlardı.

Yunan eski hükümeti bu tehlikeyi savuşturmaya çalışarak hem işsizlik hem de gittikçe artan cari açık konusunda yalan söyledi. Bir de Almanya’nın durumu var. Alman hükümeti 89 milyar Avro’yla Yunanistan’ı kurtarma kararı aldırarak bütün Avrupa’yı kızdırdı. Kendi iç kamuoyunda da bu kızgınlıkların hedefi. Öte yandan şimdi İspanya’da yaşananlar var. İspanya Yunanistan’dan çok büyük ve sorunları çok daha derinleşen bir ülke haline geldi. İspanya’da işsizlik yüzde 20’ye çıktı.

Türkiye’ye etkileri

- Peki, AB’de bu olanlar Türkiye’yi nasıl etkiler sizce?

W.B. - AB Türkiye’nin bir numaralı ticaret ortağı. Bir numaralı ticaret ortağı bu durumda olunca Türkiye herhalde iyi etkilenmez. Avrupa’da bireysel hükümetler gerekeni yapmaktan aciz. Çok sert bir resesyonda daha fazla harcama yapmak zorunda kalacaklar. Şimdi IMF’den medet umuluyor. Ama IMF’nin bütün bu sorunlara getireceği tek bir yanıtı vardır. O da şu: Ayağınızda bir iltihaplanma varsa tabancanızı çekip ayağınızı vurun.
 

IMF hiçbir zaman ders almayacak.

- Siz böyle söylüyorsunuz ama bizim Başbakan küresel krizin bizi teğet geçtiğini söyledi...

WB. - Hiçbir ülkenin başbakanına saygısızlık etmek istemem ama dünyadaki hemen hemen bütün başbakanlar ülkeleri bu krizden darbe yemeden hemen önce aynı şeyi söylemişlerdi.
     


‘Karikatüre benziyor’


- Neredeyse Red Kid çizgi romanını izliyormuşum hissine kapılıyorum...

W.B. - Haklısınız. Çünkü olay gerçekten karikatüre benziyor. Adam bu küçük üç bankayı satın aldıktan hemen sonra bankalar giderek büyümeye başladı. Büyüme hızı yılda ortalama yüzde 50’ydi. Yaptıkları da şuydu: Bu bankaların sahibi, yöneticileri, yakınları sürekli kredi çekiyorlardı. Bir yandan da küçük yatırımcıyı bankalardan yüksek faizli kâğıt almaya ikna ediyorlardı. Bu bankalar öylesine şiştiler ve büyüdüler ki İzlanda’nın GSMH’sinin on katına çıktılar. İzlanda bir yatırımcı cenneti haline gelmişti. Ülkenin her yerinde pıtrak gibi yatırım şirketleri kuruluyordu. Ortaya kendilerinden emin genç finansçılar çıktı.



Her şey benim mantığıyla hareket edenler

- Siz sivil toplum kuruluşları (STK) içindeki yolsuzluklara da dikkat çekiyorsunuz. STK’ler nasıl yolsuzluk yapabiliyorlar?

W.B. - ABD’de bunun en ünlü örneği Baptist Foundation adlı dini bir kuruluş. Dindar insanları kilisenin bir yatırım kuruluşuna yatırım yapmaya ikna etti. Olay şöyle oldu: Diyelim ki o dönem ABD’de banka faizleri yüzde 5’ti. Bunlar dindar insanlara, tasarruflarına yüzde 50 faiz ödeme sözü verdiler.

Bu saadet zinciri bir süre çalıştı. Her yatırımcı başkalarına da haber verdi. Böylece o yatırım şirketine para yatıranların sayısı arttıkça arttı. Faiz ödemeleri yükseldi. Derken olay bir gün balon gibi patladı. Buna bizim terminolojide “Charles Ponzi Yöntemi” diyoruz. Bu Charles Ponzi ABD’nin gördüğü en büyük dolandırıcılardan biriydi. İtalyan asıllıydı. Küçük yatırımcılara kısa vadeli çok yüksek faizler ödemiş, yatırımcılar kendi paralarından ya da başkalarının paralarından paralar kazanmışlardı. Derken Ponzi’nin kurduğu şirket bir gün iflas ediverdi. Yatırımcılar da ortada kaldı.

Baptist Foundation, Ponzi’den biraz farklı. Çünkü dindarların paralarını iç etmişti. (Ben bu filmi galiba Deniz Feneri e.V. davasında gördüm.) Düşünebiliyor musunuz? İnsanlara önce yüksek ve güvenli olduğunu söylediğiniz faizler vaat ederek onların güvenlerini kazanıyorsunuz. Sonra da güvenlerine ihanet ediyorsunuz.

Benim mantığım

- İyi de, işler tıkır tıkır yürürken herkes para paylaşmadı mı?

W.B. - Evet ama burada durum biraz farklı. İnsanların dini inançlarını sömürerek onları dolandırıyorsunuz. Üstelik Baptist Foundation’da işleri çevirenler papazlardı. Böyle bir durum ortaya çıkınca insanlarda dine karşı inanç ya da saygı kalır mı?

- Dünyadan başka örnekler verebilir misiniz?


W.B. - Mutlak hükümdarlara bakın. Bütün güç onların elinde olduğu için kesin dokunulmazlıkları da var. Bütün ulusun malvarlığına el koyabilirler. Bu hükümdarlar, “Her şey benim” mantığıyla hareket ederler.

- İtalyan Başbakanı Berlusconi gibi çağdaş hükümdarları mı kastediyorsunuz?

W.B. - Evet. Filipinler’de Ferdinand Marcos vardı. Kendi hazineleriyle devlet hazinesini birbirine karıştıran insan tipidir bu. İngilizce deyimiyle buna “crony capitalism” (sen ben bizim oğlan düzeni) diyoruz. Yakınlarınızla iş tutuyorsunuz. Size kontratlardan pay ödüyorlar. Birkaç yıl içinde sadece siz değil, aile üyeleriniz, yakınlarınız, herkes zengin oluyor. Böylece saadet zinciriniz sürüp gidiyor. Buna; kapitalizmde olur, rekabet de var, diyebilirsiniz. Ama bir tür çarpık kapitalizm. Üstelik dürüst bir rekabet etme şansı hiç yok.

Bir de pek çok ekonomistin yolsuzluk olarak görmediği bir durum var. O da kartelleşme. Türkiye dahil, dünyanın pek çok yerinde bu kartelleşme büyük sorunlara yol açıyor. Yüzeyde piyasa sanki rekabete açık gibi gösteriliyor. Ama gerçekte aynı sektördeki birtakım şirketler bir araya gelip fiyatları belirliyorlar. “Modern ekonomilerde karteller yaşayamaz. Kendi felaketlerinin tohumlarını ekip bunları biçiyorlar” derler. Ama gerçek hayata bakın. Japonya’da yüzyıllardır kamu ihaleleri kartel tarafından yönetiliyor.

Japonca Dango yani kontrat isimli bir kartel var. Yetmiş yıldır Dango bütün kamu ihalelerini yönetiyor ve hangi ihalenin kime verileceğinin kararını veriyor. Yaptığı iş de çok basit. Teklif fiyatı biliyorsunuz gizlidir. Ama Dango kabul edilecek fiyatı ihaleyi vermek istediği kuruluşa sızdırıyor. Böylece o kuruluş, ihaleyi alıyor.

Japonya’da yüksek bürokratın elinde bütün güç var. Günün birinde emekli olunca ona yüksek bir maaş bağlanıyor. Ama tabii bu yetmediği için ona iyi bir de iş bulunuyor. Böylece çifte maaş almaya hak kazanıyor. Böylece ödüllendirilmiş oluyor. Bu düzen böyle sürüp gidiyor.

 

Prof. William Black

ABD’de Missouri Üniversitesi’nde ekonomi ve hukuk dersleri veriyor. Şirket içi yolsuzluklarla mücadele uzmanı. 2005-2007 arası Yolsuzlukları Önleme Enstitüsü Başkanlığı yaptı. Pek çok yolsuzlukla mücadele ve soruşturma kuruluşunda çalıştı. “Güdümlü yolsuzluk” (control fraud) kavramını geliştirdi. ABD’deki hedge fonlar skandalı yüzünden batan Fannie Mae şirketinin faaliyetlerini soruşturan kuruluşta uzman olarak çalıştı. Uzmanlık alanlarıyla ilgili kitaplar yazdı. Özellikle “The Best Way to Rob a Bank is to Own One” (Banka Soymanın En İyi Yolu Banka Sahibi Olmaktır) isimli kitabı çok yankı uyandırdı.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Tedavi olsunlar 1 Mart 2015

Günün Köşe Yazıları