Tarihin İçinde Olmak…

22 Aralık 2014 Pazartesi

 Hikmet Çetinkaya, geçen cuma günkü “Alçaklık ve İhanet” başlıklı yazısında şu alıntıyı yinelemiş: “İnsan, çoğu kez tarih kitaplarını kendisinin dışındaki bir dünyanın öyküsü gibi okur; tarihin içinde yaşadığını düşünmez!”
Gerçeğin ta kendisini dile getiren saptamalardan biri. Bence asıl önemli yanı ise, toplumsal bir varlık olan insanoğlunun önemli bir sorumsuzluğuna atıfta bulunması. Çünkü “tarihin içinde yaşadığını” düşünmeme hali, aynı zamanda çok önemli bir bireysel sorumsuzluk halindedir ve bu hal, yoğunluğu ölçüsünde ona “maruz kalmış” kişiyi bir birey olabilmekten uzaklaştırır.
İnsanın toplumsal bir varlık olduğu gerçeği, onu aynı zamanda kendi olabilme, ötekiler ile birlikte yaşadığı bir ortamda kendi biricikliği üzerinde düşünme yükümlülüğünden kurtarmaz. “Tarih kitaplarını kendisinin dışındaki bir dünyanın öyküsü gibi” okuyan insan, aynı zamanda toplumsal düzlemde yaşanan ve yaşanamayan her şeyin sorumluluğunu ötekilere, başka deyişle toplumsallığı paylaştığı kişilere atma eğiliminde olan kişidir. Özetle, böyle biri için toplumsal bağlamdaki tüm olumsuzluklar, yıkımlar, bunalımlar vb. ötekiler yüzünden yaşanmıştır ve yaşanmaktadır.
Böyle düşünen tekil kişi, belki kendini böylece bütün sorumluluklardan aklayarak belli bir iç huzuruna - içsel rehavete! - kavuşabilir. Ama bu huzurun onu birey olabilmekten giderek uzaklaştıracağı ve salt bir sürü teki düzeyine indirgeyeceği gibi bir olasılığı çoğu kez aklının ucundan bile geçirmez. Böyle biri, Sabahattin Eyuboğlu’nun yıllar önce Türk aydınlarına yöneltmiş olduğu şu temel eleştirinin de doğal öznesidir: “Biz aydınlar, acaba neden hep halka ‘inmekten’ söz ederiz de halka ‘çıkmaktan’ hiç söz etmeyiz?”
Bu sarsıcı sorunun yanıtı, çok basittir: Bizim meslekten aydınlarımızın çoğu, kendine yakıştırdığı aydın olma niteliğinin onu kendiliğinden -aslında çoğu zaman hemen hiç tanımadığı, tanımaya da hiçbir zaman gönül indirmediği- halktan epey yukarıda bir yere yerleştirdiğinden emindir de ondan!
Kültür Tarihi derslerimde öğrencilerim için epey sık kullandığım bir benzetme vardır. Onlara: “Bizim insanımız, çoğu zaman ‘şu pencereyi kapatsalar’ demekle yetinir…” derim. Günlük hayatta epey sık rastlarız. Örneğin başkaları ile birlikte bulunduğumuz kapalı bir mekânda pencerenin açık kalması yüzünden üşümeye başladığımızda yaptığımız ilk şey: “Biri şu pencereyi kapatsa!” diye söylenmek veya yakınmak olur. Söylenecek yerde kalkıp pencereyi kapatmaya ise ya üşeniriz ya da -nedense!- kendimize yakıştırmayız. Başkaları ne güne durur!
İşte tarih kitaplarını kendisinin dışındaki bir dünyanın öyküsü gibi okuyanlar, büyük çoğunlukla pencerelerin kapatılmasını hep başkalarından bekleyenlerdir!
 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları