26. Altın Koza Uluslararası Film Festivali günleri...

29 Eylül 2019 Pazar

Okurlarım Adana’yı çok sevdiğimi bilirler. Çünkü ayrı bir cumhuriyettir. Kentin büyüsünü hissetmek için çok zaman gerekmez; kent, hikâyeleriyle hemen kendini anlatır. Birçok film yönetmeninin, pek çok yazarın, heykeltıraşın, ressamın, türkü çağıranın Adanalı olması boşuna değildir. Bu kent bin Tanrılı uygarlık, Hititlerin en esaslı kentlerinden biridir.
İşte bu nedenden, bir sinema gişesinde sarı saçlarına dünyanın en kokulu gülünü takmış gencecik bir kız size biletinizi uzatır. İşte bu nedenden, bir Antepfıstığı satıcısı boynunuza geçirdiğiniz “festival konuğu” kartınızı görünce “Abla söyle hangi filme gideyim?” diye başlayıp sizi soru yağmuruna tutar. Peki, ben Adana’da ne arıyorum? Sevgili okurlarım, tam altı yıl Adana Altın Koza Uluslararası Film Festivali’nde bir hafta süren kısa film atölyeleri yaptım. Sonunda kısa film garantili. Ancak festival yönetimi değişince son iki yıl bu güzel işten mahrum bırakıldım. Ama hayat güzelliklerle dolu. İşte gene atölyeme kavuştum. Dilerim işlerinden uzak tutulan tüm kişiler de benim gibi yeniden işlerine kavuşsun.
Film atölyesi sabahtan akşama kadar sürdüğü için ne yazık ki, çok az film izledim. Ne yazık ki, izlediğim filmlerin bazılarından gerçekten hiçbir şey anlamadım. Sadece ben değil, yanımda bu işlerden anlayan dostlarım vardı, birbirimize “şimdi ne oluyor, kim öldü, katil kim” diye sorduğumuz soruların yanıtlarını bulabilmek için epey çaba harcadık. Ben Türk sinemasını severim, yenilerden “Daha”, “Kelebekler”, “Abluka”, “Babamın Kanatları” sevdiğim filmler arasındadır. Hepsine de methiye yazmıştım. Ancak seyredebildiğim yarışma filmi “Uzun Zaman Önce” ve “Aidiyet” filmleri için güzel sözler söyleyemeyeceğim. Üstelik “Uzun Zaman Önce”nin silme erkek kahramanları çok iyi oynuyorlardı, ama senaryosu olmayan bir filmdi. Bana kızıp “Vay şu dinozor neler de söylemiş” diyecekler biliyorum. Canları sağ olsun.
Efendim, herkes bilir ki, Türk sinemasının en önemli sorunu senaryodur. Hikâye kaynayan ülkemizde ne yazık ki, o hikâyeleri anlatabilecek çok az kişi çıkıyor. Sanırım yeni kuşak sinemacılar, senaryolarını hiç kimseye okutmuyorlar. Keşke okutsalar, senaryo doktorlarına filan değil, kapıcı Recep’e okusunlar.
Şimdi içime oturan başka bir filmden söz etmek istiyorum. “Aidiyet” filmi başlıyor ve 24 dakikada bir adam hayatını anlatıyor. Ardından gene hikâyesini, bu kez planlarla bölünmüş, flu efektler aracılığıyla anlatıyor. Bu bir deneme. Kısaca bir performans. Acaba kaç sinemacı, “Neden seyirci filmlerimize gitmiyor” diye kendine soruyor. Arkadaşlar en basit tanımıyla film bir hikâye anlatır. Seyirci filme bilmece çözmek için gitmiyor!
Atölye aralarında gördüğüm bir başka yarışma filmi “Görülmüştür” oldu. Gereksiz uzunluğuna rağmen, en azından senaryosu olan bir filme rastladım. En keyifle çıktığım film Biket İlhan’ın “Hilal-i Ahmer Hanımlar Merkezi” adlı belgeseli oldu. Özellikle Balkan Savaşları sırasında kurulan merkezde ülkemin kadınlarının yokluk içinde nasıl canla başla yaralılara kucak açtıklarını, “kan görünce bayılan kadın” imajını nasıl yerle bir ettiklerine tanık oldum. Yakın tarihimizin kadın mücadelesi hakkında çok önemli bilgiler edindim. Canım arkadaşım Biket, bu filmi bütün kadın örgütlenmelerinde göstermelisin. Sendikalarda, okullarda göstermelisin. Tembelliği sana yasaklıyorum! Bu arada Adana’da Engelsiz Film Gösterimi de yapılıyor, bu bölümde gösterilen “Mandıra Filozofu” filmi o kadar beğenilmiş ki ikinci bir gösterim istenmiş.
Yazdıklarımı okudum, atölyeden söz etmemişim. Ne söylesem, atölyemiz epey kalabalıktı, katılımcı meslektaşlarım öyle güzel bilgiler aktardılar ki, onları dinlemek benim için tam bir kazanç oldu. Atölye katılımcıları için de. Bu yıl katılımcıların kimler olduğundan da söz etmeliyim. Fotoğraf sanatçısı ve film yönetmeni Cemil Ağacıklıoğlu, bir sinema sihirbazı Levent Öztürk, o çekilen bir arabayı önce kırmızı, sonra sarı, sonra yeşil yapabilir. “Babamın Kanatları” yönetmeni Kıvanç Sezer ve bendeniz.
Bunları cuma günü fırsat bulduğum için yazıyorum, ama bitmedi. Az sonra Semih Kaplanoğlu’nun “Bağlılık Aslı” filmine gideceğim. Biliyorsunuz film vizyonda izlenmeden Oscar’da Türkiye adına aday adayı. Çok merak ediyorum, siz de merak ediyorsunuzdur. Yazıyı neden bitirmedim, bunun için bekleyin. Evet, Semih Kaplanoğlu’nun filmine gittim. Epey uzun bir film. Film kahramanları iki kadın, bu hoşuma gitti. Tabii ki, Semih Kaplanoğlu sinemayı bilen bir yönetmen. Ancak film boyunca anneliğin aşırı yüceltilmesi bir süre sonra yeter artık duygusu veriyor. Bir başka okuma yaptığınızda iki anne tarafından emzirilen çocuğun bir ülke metaforu olduğu şıp diye aklınıza geliyor. Ve o zaman diyorsunuz ki, keşke kadınlardan birinin kocası teröristler tarafından öldürülmeseydi de bir trafik kazasında ölseydi. Son, kör gözüm parmağına olmuş. Henüz yarışma açıklanmadı, siz bu satırları okurken biliyor olacaksınız. Ben Semih Kaplanoğlu’nun “Bağlılık Aslı”, Serhat Karaaslan’ın “Görülmüştür” ve Nihat Durak’ın “Kapı” filmlerine şans veriyorum. Bakalım tutturabilecek miyim?
Bu arada İstanbul’da yaşayan tüm dostlarıma geçmiş olsun diyorum. Diyanet, deprem kovma duasına çıkacakmış, gel de sıkıntıdan patlama. Yahu ben hep Adana’da kalsam.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Alay ettiler... 7 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları