Olaylar Ve Görüşler

İnsanlığın Travması: Göç

09 Şubat 2015 Pazartesi

Göç olgusu Charlie Hebdo saldırısının ardından bir kez daha popüler bir inceleme alanı haline geldi.

Kapitalizm altın çağını yaşıyor. Öyle ki kapitalizme damgasını vuran üretim, tüketim, dolaşım gibi unsurlar küreselleşmiş durumda. 21. yüzyıl insanların bir ülkeden diğerine, bir kıtadan başka bir kıtaya göç hareketleri ile anılmaya başladı. Fransız fütürist düşünür Jacques Attali, 21. Yüzyıl Sözlüğü’nde, “göçebe” maddesi için “gelecek yüzyılın ilk insan örneği” tanımını yapmakta.

İnsanlar neden göç ediyorlar?
İklim değişikliği, doğal felaketler, savaşlar, baskıcı rejim korkusu ve yoksulluk insanları anavatanlarından ayrılmaya zorluyor. Bu da Attali’nin ifade ettiği gibi yeni bir insanı tanımlamaktadır: “Göçebe.” Her ne kadar yukarıda ifade edilen etkenler insanları uluslararası göçe zorlasa da, bu etkenlerden günümüzde en önemlisi küreselleşmedir. Uluslararası Göç Örgütü’nün verilerine göre bugün dünyada 200 milyondan fazla insan anavatanının dışında yaşamakta. Bu da dünya nüfusunun yüzde 3’üne tekabül etmekte. Uluslararası Göç Örgütü’nün 2013 yılı verilerine göre küresel göçün yüzde 49.6’sını kadınlar oluşturuyor. Artan gelir uçurumunun körüklediği yoksulluk oluşturuyor.

Yoksulluk: Göçün ikiz kardeşi
Günümüzde küresel ekonominin neoliberal politikaları toplumda sınıflar arası farkı büyütüyor. Devlet Planlama Teşkilatı’nın hazırlamış olduğu Gelir Dağılımı ve Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonu raporu verilerine göre, yoksulluk sınırını günde 1 dolar olarak aldığımızda Zambiya’da yoksulluk oranının yüzde 63.7 olduğu, Zambiya’dan sonra yüzde 36 ile Bangladeş’in geldiği belirtilmiştir. Daha sonra ise yüzde 35.3’lük oranla Hindistan ve Endonezya sıralanmakta. Yoksulluk sınırını günde iki dolar olarak aldığımızda Zambiya’da yoksulluk yüzde 87.4 oranına yükselmiştir. Zambiya’dan sonra bu yaklaşıma göre yoksulluğun en şiddetli olduğu ülkeler Bangladeş, Hindistan ve Endonezya. Bu ülkelerde yaklaşık her on kişiden sekizi yoksul. Bu ülkeleri yüzde 73.6 ile Pakistan, yüzde 58.3 ile Kenya, yüzde 46.7 ile Çin ve yüzde 43.9 ile Mısır takip etmekte... Yukarıdaki yoksulluk oranlarına baktığımızda, bu yoksul ülkelerden dünyanın farklı coğrafyalarına göç olduğunu görüyoruz. Hindistan, Pakistan, Bangladeş, Sri Lanka gibi ülkelerden göç ederek UK (Birleşik Krallık) işgücü piyasasına göç yoluyla katılanların yüzde 40’ını oluşturduğu ifade edilmektedir. Özellikle Pakistan ve Bangladeş’ten göç edenlerin Birleşik Devletler’deki en düşük ücretli işlerde çalıştıkları bilinmekte.

Platon neden haklı?
Platon’un yüzyıllar önce dile getirdiği “sınıflar arası farklılık azaltılmadan halkların eşitliği sağlanamaz” sözü elbette en çok bugüne vurgu yapıyor. Varsıllar çılgınlığa dönüşen tüketimler yaparken aynı dünyada onlarla birlikte yaşayan yoksullar bir dilim ekmeği dahi zor buluyorlar. Bu da insanların “aynı dünyada ayrı dünyalarda” yaşadıklarını gösterir nitelikte. Gelir dağılımındaki uçurum hali kronik bir hal alıyor. Bu nedenle Aristo’nun “iyi yaşama” metaforu dünya coğrafyası için ütopyadan başka bir anlama gelmiyor.

Mültecilik: Göçün farklı bir tezahürü
Göç etkenlerinden ikincisi ise baskıcı rejim, iç savaş gibi nedenlerle ülkelerinden edilmiş, sığınmacı ve vatansızlardan oluşmakta.
2007 yılında Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliği (BMMYK) bu rakamı 31.7 milyon kişi olarak açıklamıştı. Bunun 11.4 milyonunun mülteci olduğu belirtiliyor. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin 2013 yılı verileri incelendiğinde, 11.4 milyon mülteciden 2 milyon 271 bin 200 kişisinin Kuzey Afrika dışında tutulmak kaydıyla, Afrika kıtasında bulunduğu görülüyor.
Bu verilere göre Asya Pasifik’te 3 milyon 825 bin, Amerika’da 987 bin 500, Avrupa’da 1 milyon 585 bin 300, Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da ise 2 milyon 761 bin 600 mülteci bulunuyor. İstanbul Serbest Muhasebeci Mali Müşavirler Odası (İSMMMO), Birleşmiş Milletler Uluslararası Göç Örgütü’nün (İOM), BMMYK, Emniyet Genel Müdürlüğü’nün, Dünya Bankası’nın (DB) ve Ekonomik İşbirliği Kalkınma Örgütü’nün (OECD) verilerine göre “Gelecek Arayanların Göç Haritası” başlıklı bir rapor hazırladı. Bu rapora göre Türkiye’de yasadışı göç hızla artıyor.

Suriyeli sığınmacılar
Suriye’deki iç savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınan mülteci sayısı BM rakamına göre 1.7 milyona ulaştı.
225 bin Suriyeli sınır kentlerinde oluşturulan 22 kampta barınırken; 1.5 milyona yakın mülteci Türkiye’nin çeşitli illerine dağıldı.
Yaşanan zorunlu göç, Birleşmiş Milletler Mülteci Örgütü’nün (BMMYK-UNHCR) tarihinde gördüğü en büyük göç hareketi olarak değerlendiriliyor. BMMYK yetkilileri, zorla yerinden edilenlerin sayısındaki bu keskin artış konusunda endişelerini dile getirirken sorunun çözümü için politik bir çaba ve istek gerektiğini belirtiyorlar. Savaştan önce 22 milyon nüfusu olan Suriye’de neredeyse nüfusun yarısı zorunlu göçe maruz kaldı. Yerinden edilen Suriyelilerin yüzde 75’i kadın ve çocuklardan oluşuyor. Suriyelilerin büyük çoğunluğu ülke içerisinde yer değiştirirken 2 buçuk milyon Suriyelinin yüzde 97’si komşu ülkelere sığındı.

Suriyelilere yönelik ırkçı saldırılar
Son dönemde Suriyeli mültecilerin durakta, parkta, evinin önünde, yani tüm yaşam alanlarında sadece Suriyeli oldukları için birçok ilde linç girişimleri yaşandı. Bu linç girişimlerini bir “gerginlik” olarak temsil eden ana akım medya ve onları ucuz emek olarak çalıştıran piyasanın tutumundan ayrı düşünemeyiz. Bunlara mültecilere uluslararası standartlarda muamele etmeye yanaşmayarak, onları korunaksız bir “misafir” konumunda tutan hükümetin “yüce gönüllü” tutumunu da eklemek gerekir. Onlar “misafir” olarak statüsüz bırakıldıkça, kendisini buranın asıl sahibi olarak gören statü ve itibar sahibi “konuksever” kesimlerin “Bu Suriyeliler çoğaldıkça şımardılar. Misafirse misafirliklerini bilsinler” demelerine şaşırmamak lazım.
Yaşadığı yerlerden kopmuş Suriyeli mültecilerin zorunlu göç hikâyeleri ve travmaları ortadayken, sığınmak zorunda kaldıkları ülkemizde ayrımcılığa, yabancı düşmanlığına ve sosyal dışlanmaya maruz bırakılmaları ve bunu teşvik edici politikalara ve vicdansızlaşmaya karşı; mültecilerle insan ve yaşam hakkı odaklı dayanışmanın örgütlenmesine toplumsal muhalefet öncülük yapmalıdır.  

M. UTKU ŞENTÜRK Maltepe Üniversitesi Doktora

 

-

 

Çocuklarımıza Çevre Farkındalığı Aşısı

İlköğretimin asıl fonksiyonu öğrencileri ev ve okul ortamının dışına çekip doğa ile tanıştırmak ve onlara çevre bilinci aşılamaktır. Çocuklarımız ancak bu şekilde okulda öğrendiklerini gerçek dünya ile bağdaştırabilir; doğayı gözlerken merak eder, sorular sorar ve kendi çabaları onları gerçeğe ulaştırdığı zaman mutlu olur, doğal yaşamı anlayarak sevmeye başlarlar. Bu tür bir çevre farkındalığı ancak çok mükemmel tasarlanmış bir eğitim paketi ile sağlanabilir.

İstanbul için sonun başlangıcını, doğanın çöküş dönemini yaşıyoruz. Doğanın ve çevrenin geleceği açısından İstanbul, 1200’lü yıllardaki Haçlı işgalinde bile günümüzdeki kadar büyük bir tehdit altında kalmamıştı. Kentin devasa bir beton yığını görüntüsü vermesi bir yana, Kuzey Ormanları’nın yıkımı da başlamış durumda. Yaşam çoktan bir sorunlar yumağına dönüştü ama kenti işgal etmiş olan nüfus bundan etkilenmiyor; bir çevresel intihar sürecini başlatmış olduğunu fark etmiyor, Kuzey Ormanları’nın yok olması nedeniyle kentin nefes alamayacağından rahatsız olmuyor. Bütün bunlar cehaletin yarattığı umursamazlıktan geliyor. Maalesef hepimiz, Doğan Kuban Hocan’nın uygun gördüğü tabirle “patates çuvalı” gibi oturmayı tercih ediyoruz*.
Başta, çevremizin, yani içinde yaşadığımız, yararlandığımız ortamın farkında değiliz. Çevre nedir diye sorduğunuzda, aydın ve eğitimli olduğunu düşündüğünüz kesimden bile tutarsız, abuk sabuk cevaplar alırsınız. Genelde, çoğunluk çevreyi çarpık bir aidiyet duygusu ile sınırlıyor. Oturduğu evi silip süpürüyor, dükkânını yıkayıp temizliyor, sonra da pisliğini önündeki sokağa atıyor; çünkü ev, dükkân onun malıdır, ama sokak başkalarınındır. Bırakalım çevre duyarlılığını, ortak mülkiyete bile tahammülü olmadığından apartman toplantılarında bile kavga ediyor.
Sadece İstanbul’un değil, fakat tüm ülkenin doğasını yok olma noktasına getiren bu umursamazlığı sadece bilgisizlikle, cehaletle açıklamaya çalışmak büyük bir yanılgı olur. Aslında temel eksiklik çocukluk çağlarında edinemediğimiz çevre bilinci aşısıdır. Gelişmiş toplumlarda bu aşı ile çocukların çevrelerini ve doğayı fark etmesi, doğal yaşamı öğrenmesi, değişik canlılara ilgi duyması, öğrenmekten ve bilime giden yolları araştırmaktan keyif alması sağlanıyor. Bizde ise çocuklarımızın bu tür işlere ayıracak vakitleri yok; onlar test çözüyor!..
Çocuklarımızın eğitimi konusunda asıl umursamazlığın bizlerde olduğunu fark edemiyoruz. Özellikle ilköğretim çağında, her aile “en iyi okulu” yakalayabilme peşinde, ancak en iyi okuldan beklediklerini tanımlamaktan aciz. Biraz zorlayınca, asıl arayışın çocuklarını “en iyi ortaöğretim kurumuna” sokabilecek bir okul olduğu ortaya çıkıyor. Benzer şekilde, en iyi ortaöğretim kurumu da üniversite sınavında muhtemel başarılı sonuçlara göre seçiliyor. Şu anda üniversitelerimizin perişan durumuna bakarsak bu denli lüzumsuz bir çabaya şaşmamak mümkün değil.
Oysa, ilköğretim, okulöncesi dönemle birlikte, eğitim sürecinin en önemli adımını oluşturuyor; ilgilenmiyoruz çünkü bizim derdimiz başka... Bu dönem çocuklarımızın öğrenme ve bilinçlenme süreci ile karşılaştıkları ilk adım: Onların gözü ile bakmaya çalışırsak, okul, öğretmen, arkadaşlar, yeni bir dünya, yeni bir sosyal ortam... Bu aşamada ilköğretimin temel misyonu öğrencilere, okumayı, öğrenmeyi, araştırmayı sevdirmek, bütün bunları bir hayat biçimi olarak aşılayabilmektir; fizik, kimya, biyoloji gibi doğa bilimlerinin temelini oluşturan konuları öğrencinin ilgisini çekerek aktarabilmektir; öğrencinin ödevlerini bir ceza gibi zorla değil, düşünerek ve yaratıcı gücünü kullanıp keyif alarak yapabildiği bir ortam yaratabilmektir. İyi okul, kötü okul farkı ancak bu hususlar değerlendirilerek ortaya konabilir.
Peki, elde edilen sonuç nedir? Öğrenciler matematik, fizik gibi konuları bir diş ağrısı gibi görüyor. Üniversite sınavlarında hiçbir fen sorusunu doğru cevaplayamayan binlerce öğrenci var. Sınavlarda başarılı olup İTÜ gibi ön sıralarda yer alan bir üniversiteye gelenlerin büyük bir çoğunluğu bırakın bir rapor yazmayı, iki satırlık bir dilekçe yazamıyor, konuşarak derdini düzgün bir şekilde ifade edemiyor, anadili Türkçeyi kullanamıyor. Ancak, aileler çocuklarını üniversiteye sokabildikleri için çok mutlu!.. Bu sistem birkaç nesildir sadece çevre konularını değil, fakat çok daha hayati ülke sorunlarını bile umursamayan bir toplum yarattı.
Topluma musallat olan bu umursamazlığı kırmak için ilköğretimdeki temel eksikliği artık fark etmeliyiz. İlköğretimin asıl fonksiyonu öğrencileri ev ve okul ortamının dışına çekip doğa ile tanıştırmak ve onlara çevre bilinci aşılamaktır.
Çocuklarımız ancak bu şekilde okulda öğrendiklerini gerçek dünya ile bağdaştırabilir; doğayı gözlerken merak eder, sorular sorar ve kendi çabaları onları gerçeğe ulaştırdığı zaman mutlu olur, doğal yaşamı anlayarak sevmeye başlarlar. Bu tür bir çevre farkındalığı ancak çok mükemmel tasarlanmış bir eğitim paketi ile sağlanabilir. Eğitim sistemimiz bırakalım böyle bir paketi, çevre ile ilgili en basit bir bilgiyi bile çocuklarımıza sağlıklı bir biçimde aktaramamaktadır.
Çevre eğitiminin okulöncesi ve ilköğretim süreci için, eğlenerek öğretmek kuralına uygun olarak tasarlanması ciddi ve çok disiplinli bir uzmanlık gerektirir. Düşünebilen kesimi temsil ettiklerini varsayan siyasi kuruluşların, çevre duyarlılığının değişik görüşleri, inançları ve yaşam biçimlerini birleştirebildiğini artık fark etmeleri ve çevre bilinci eksikliğini giderecek bir eğitim paketinin oluşturulması için yoğun çaba sarf etmeleri zamanı gelmiştir, hatta çoktan geçmiştir. Yoksa biz gazetemizi okumaya devam ederiz, çocuklarımız da test çözer!..

*D. Kuban, “Soru sormayan cahil kalabalıklar ve devlet, devlet, devlet...”, CBT, 1450, 2 Ocak 2015.

Prof. DERİN ORHON, Prof. SEVAL SÖZEN  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları