Öldürmek Bunca Kolayken…

23 Şubat 2015 Pazartesi

 “Öldürülmek bunca kolayken…” şeklinde de olabilirdi bu başlık.
Ama benim için çok zor bir yazı olacağı kesin. Çünkü artık bundan böyle yazmak ile yazmamak arasında iyice bocaladığımdan eminim. Yaşadığım iklimde ölüm iyice çoğalmışken, dahası, yaşamanın adı neredeyse öldürmeye ve öldürülmeye çıkmışken - neredeyse kırk yılı geride bırakmış yazarlığım boyunca uğraşımı, açık ya da örtük, hep hayatı savunmaya adamışken, dünya edebiyatında ölüm olgusu ile hesaplaşma bağlamında eşsiz olan “Vergilius’un Ölümü” çevirisine hayatımın tam kırk yılını vermişken, yazdıklarım ve çevirdiklerime rağmen öldürmeler karşısında onca aciz kalmışlık duygusuyla bir kez daha çarpışmak zorunda kalmak!
Bu satırları yazarken, karşımda daha dün Ege’nin topraklarına verilen Fırat Yılmaz Çakıroğlu’nun fotoğrafları var. 21 Ekim 2014’te İzmir’de, bir yürüyüş sırasında arkadaşları ile en ön safta. Aynı resmin sol köşesinde daha küçük bir portre çekimi. Ve onların altında, cenazede çekilen o nicedir bilinen resimler: Öldürülen oğlunun çerçeveli resmine sımsıkı sarılmış bir anne. Evladının musalla taşındaki tabutuna kapanmış bir baba.
Haber başlıkları ise neredeyse aynı. “Karşıt görüşlü öğrenciler arasında çıkan çatışma sırasında …bıçaklandı…” Yaşamanın artık çoktandır öldürülmeye dönüştüğü bir iklim. “Karşıt görüşlü” olmanın beraberinde doğal olarak öldürülme riskini de beraberinde getirdiği, ilkokuldan üniversite son sınıfa kadar uzanan bir yelpazede, artık çocuğunu “okul”a gönderen hiçbir ana-babanın onu akşam sağ göreceğinden emin olamadığı bir ülke “İnsan hayatının ölçüt olmaktan çıktığı yerde, artık hiçbir şeyin ölçütü kalmamış demektir…”
Yıllar önce, İstanbul Üniversitesi Alman Filolojisi Bölümü’nde ders verdiğim sırada, Hüseyin diye çok sevdiğim bir öğrencim vardı. Yirmilerinde, canlı, politik tutumu olan, bu tutumu rahatça sergileme yürekliliğini hep gösterebilen bir gençti. Derslerimi de hiç aksatmazdı. Sonra bir gün, birkaç haftadır onu göremediğimin farkına vardım. Ertesi cuma akşamüstü dersten çıktığımda, koridorda beni bekleyen bir gençle karşılaştım. Aramızda kısa bir konuşma geçti. “Hocam, ben öğrenciniz Hüseyin’in arkadaşıyım…” - “Peki nasıl Hüseyin? Merak ettim. Hasta mı?” - Ses çıkarmadan bana elindeki mevlit şekeri külahını uzattı. “Hüseyin çatışmada vuruldu - dün kırk mevlidi vardı, size şekerini getirdim; sizi çok severdi …”
Hüseyin, “karşıt görüşlü” öğrenciler arasında çıkan çatışmada ölmüştü. Elias Canetti’nin yukarıda alıntıladığım sözü sanırım ilk kez o gün böğrüme bir kurşun gibi saplanmıştı.
Aradan yıllar geçti. Yollar Deniz Gezmiş’ten, Ali İsmail Korkmaz’dan ve Berkin Elvan’dan Fırat Yılmaz Çakıroğlu’na uzandı. Ve ben bir kez daha Canetti’nin “Yazarın Uğraşı”ndan bir cümle ile sarsılıyorum: “Yazarın işi, insanlığı ölümün kucağına bırakmak olamaz …” Peki, ama yazar insanlığı durmaksızın ölümün kucağına itenler karşısında güçsüz kalıyorsa?
 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları