Olaylar Ve Görüşler

Akkuyu enerji bağımlılığını azaltacak mı?

25 Şubat 2015 Çarşamba

Akkuyu Nükleer Güç Santralı’nın ÇED Raporu’nun kabul edilmesi ve ardından ilgili kanun tasarısının TBMM’ye gönderilmesi ile birlikte nükleer enerjide geri dönüşümün zor olacağı bir sürece girilmiştir. Bu yazıdaki amaç, nükleer teknolojiye karşı çıkmak değil, daha bilinçli analizler doğrultusunda ihtiyaçlara ve milli servete uygun olarak ele alınabilmesi açısından bilinç oluşturmaktır.

1 Aralık 2014 Akkuyu Nükleer Güç Santralı’nın Nihai Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) raporunun kabul edilmesi ve 8 Aralık 2014 tarihinde Başbakan Ahmet Davutoğlu tarafından Japon hükümeti ile varılan anlaşmanın onaylanması için kanun tasarısını TBMM’ye göndermesiyle nükleer enerjide geri dönüşün zor olacağı bir sürece girilmiştir. Akkuyu Nükleer Güç Santralı ve sürdürülebilir bir yaşam için hayati olduğu düşünülen soru ve sorunlara cevap aramaya çalışalım.

***

 

1. Enerji bağımlılığının azaltılması ve enerji arz güvenliğinin sağlanacağı söylemi ne kadar doğru?
Hükümetler Arası Anlaşma’ya göre (HAA) ile yüzde 100 Rus sermayesi ve yüzde 51 hissenin Rus proje şirketine ait olduğu, kullanılan yakıtın ve atık yönetim sürecinde tekrar ROSATOM’a bağlı olan TVEL OJSC sorumluluğunda olduğu bir proje olacaktır. Onaylanan anlaşma metninde teknoloji transferi ve nükleer atıkların nasıl ve ne şekilde depolanacağı konusunda nihai bir mutabakat olmamış ileri bir tarihe bırakılmıştır. Bu bağlamda sanayide doğalgazdan elektrik üretmek için ithal edilen miktar azalacak olabilir; ancak bu sefer de teknolojik ve hammadde olarak Rusya’ya bağımlılık artacaktır. Hammadde kaynağına Türkiye sahip olsa da onu çıkarıp zenginleştirecek teknoloji bulunmamaktadır.

***

2. Türkiye’nin ekonomik açıdan kazancı ve nükleerin elektrik üretimindeki payı ne kadar olacaktır?
20 milyar dolarlık olması öngörülen projede (şu an Rusya’da ortaya çıkan ekonomik kriz ve genelde dünya nükleer santral inşaatlarının planlanandan uzun tamamlanması maliyeti arttırabilmektedir) ilk 15 yıl Ünite 1 ve Ünite 2 için yüzde 70’ine ve Ünite 3 ve Ünite 4 için yüzde 30’una tekabül eden sabit miktarlarını 12.35 ABD senti/kWh olarak TETAŞ satın alacaktır (Md. 10/5). Bunun dışında, Elektrik Satın Alım Anlaşması (ESA) bittikten sonra, proje şirketi, santralın ömrü boyunca; net kârının yüzde 20’sini Türkiye’ye vermeyi taahhüt etmektedir (Md. 5). Her ne kadar bu sabit alım ücreti tartışma yaratsa da 15 yılın sonunda Türkiye’nin şirkete ödeyeceği miktar 80 milyar doları bulacaktır. Böylece şirket yapım maliyetini çıkartıp kâra geçmiş olacaktır. Türkiye’nin sıfır riske karşılık bu kadar taviz vermesinin doğru olup olmadığı tartışılmaktadır. Nükleerden, proje tamamlandıktan sonra yılda yaklaşık 35 milyar kWh elektrik üretilmesi planlanmaktadır.

***

3. Nükleer santralın soğutma sistemi nasıl olacak, Fukushima Daiichi nükleer santralı gibi felaket yaşanır mı?
Nihai ÇED raporuna göre, en iyi soğutma sistemi olarak “denize direkt soğutma suyu deşarjı yöntemi” kullanılacaktır. Bunun dışında, soğutma kuleleri, soğutma havuzu ve püskürtme havuzu soğutma işleminde kullanılmayacaktır. Ancak bu doğrudan soğutma suyu deşarj yönteminin yeterli olamayacağı, santralın yüzde 80 kapasite çalıştırıldığında dahi suyun devir daimi için kullanılacak elektrik enerjisi, reaktörde üretilen elektrik enerjisinin yüzde 10’una tekabül edeceği ifade edilmektedir. Bundan dolayı, tek yönlü soğutmanın yetersiz kalacağı belirtilmiştir. Fukushima Daiichi’de meydana gelen kaza tamamen talihsizliktir. 8.9 şiddetindeki deprem sonrası ve tsunami alarmı neticesinde elektriğin kesilmesi nedeniyle reaktör soğutulamamış ve felaket meydana gelmiştir. Bunun nedeni, öngörülenden şiddetli deprem meydana gelmesidir. Yani mühendislik ve insan hatasıdır. Akkuyu’daki nükleer santralın 9.0 şiddetli depremde güvenli durdurma, 8.0 şiddetine ise dayanıklı olduğu ve tsunami dalgalarının 10 metreyi geçmeyeceği belirtilmiştir. Ancak bölgenin deprem kuşağına yakın olması itibarıyla endişeler giderilememiştir.

***

4. Kullanılmış nükleer yakıt (atık) ve depolanma süreci nasıl işleyecektir?
Kamuoyunda en çok tartışılan konuların başında yer alan atık sorunu ile ilgili olarak nihai ÇED raporunda tatmin edici açıklamalar yerine genel söylemler ve ucu açık bir süreç oluşturulmuştur. Rapora göre, “Türkiye Cumhuriyeti’nde nükleer yakıt üretim tesislerinin kurulması ve işletimi de dahil olmak üzere, nükleer yakıt döngüsü hakkındaki işbirliği ve teknoloji transferi, taraflarca mutabakata varılacak ayrı koşullar çerçevesinde yürütülecektir. Kullanılmış yakıtın, soğutulması, depolanması ve ülkeden çıkarılması ile ilgili olarak ilk önce 10 yıllık depolama kapasitesi olan yakıt havuzuna alınıp soğutulması ve sonrasında 4 yıl boyunca depolanması öngörülmektedir.” Daha sonra Türkiye’de depolanması veya Rusya’ya yeniden işlenmesi için gönderilmesinin anlaşma ile sağlanacağı belirtilmiş; ancak bu işlemin nasıl olacağına ilişkin bilgi verilmemiştir. Boğazlar’ın güvenliği için petrol ve doğalgazın boru hatları ile taşınması teşvik edilirken nükleer yakıtın deniz yoluyla Rusya’ya ulaştırılacak olması ihtimalinde, olası deniz kazasında öngörülemeyecek felaketlere sebebiyet verilecektir. Genel bir olası nükleer faciada sorumluluğun nasıl ve ne şekilde olacağı açık değildir.

***

5. Deniz canlıları ve deniz suyu sıcaklığı nasıl etkilenecek?
Nihai ÇED raporuna göre, deniz suyundaki sıcaklık artışı yaz aylarında 1ºC ve kış aylarında ise 2ºC’yi ve deşarj olarak denize verilen su sıcaklığı ise (en kötü koşullarda bile) 35ºC’yi geçmeyecektir. Akdeniz’de pek çok endemik ve nesli tükenmekle karşı karşıya olan canlılar bulunmaktadır. Öncelikle olarak bunların başında Akdeniz fokları gelmektedir. Her ne kadar raporda, yüzey sıcaklık değişiminde 0,5 ºC sıcaklık farkı olacağı ve bu değişiminde çok düşük düzeyde olduğu belirtilmiş, Akdeniz foku yaşama alanına ulaşmayacağı ifade edilmiştir. 10 yıl boyunca bu değişimin inceleneceği söylense bile; santralın kullanım ömrünün 60 sene olduğu ve dünyanın giderek küresel ısınmaya maruz kalmasından dolayı su sıcaklıkları artmakta, pek çok canlı türü yok olma tehlikesi içindeyken deşarj suyunun bu canlılara zarar vermeyeceğini belirtmek ve olumlu rapor vermek tamamen iyimserlik olacaktır.  

FİKRET ORÇUN KEÇECİ Kadir Has Üniv. Uluslararası İlişkiler Doktora Öğrencisi

 

- 

 

İktidar Çakılıyor mu?

1950’lerin tabiriyle “seçim sathı mailine” girdik. 2015 genel seçimlerine az bir süre kaldı. Bu aşamada demokrasimiz ve ülkemizin geleceği için önemli gördüğüm saptamaları kamuoyu ile paylaşmak istiyorum. Doğru bir karar ve siyasetin temel nitelikler sağlam veriler üzerine oluşturulabileceğine daima inanmış, araştırmacı kimliğini her zaman üstlenmiş bir siyasetçi olarak bu konuda kendimi görevli ve sorumlu sayıyorum.

İktidarın oy oranı düşüyor
Yapacağım ilk saptama nicelik ve nitelik yönleriyle kendi araştırmalarıma dayanmaktadır. Uzun çabalar, veri temini ve gözlemlerden sonra vardığım nokta, iktidarın oy oranının anlamlı biçimde düştüğü, hatta tabiri caizse tam bir çakılma yaşadığıdır.
İkinci saptama, çakılma boyutundaki bu düşüşe karşın, HDP’nin seçimlere katılması halinde yüzde on barajını aşamayıp kendisine düşen 50 civarında milletvekilini oyların Adalet ve Kalkınma Partisi’nin bünyesinde yer alarak bu partinin ekmeğine yağ sürecek olmasıdır.
Bu iki saptamadan çıkarılması tabii olan sonuç da, bu durumda Adalet ve Kalkınma Partisi’nin demokrasiye aykırı biçimde Meclis’e küçük bir oranla giren, 2002 seçim sonuçlarında olduğu gibi seçim kanunlarından yararlanarak yeniden iktidar koltuğuna oturacak olmasıdır. Bu durumda da genel oyla sağlanacak, milli iradenin isteklerine aykırı olacağı gibi, toplumdaki dengeleri altüst ederek seçimleri anlamsız kılacaktır.
Bu saptamaların ayrıntısına girmeden ABD başkanlarından John F. Kenndy’nin şu uyarısını bütün siyasal güçlerin dikkatine sunmak isterim: “Bir eylem planının elbette riskleri ve bedeli vardır. Ancak, uzun vadede bunlar rahat bir eylemsizlik halini risk ve bedellerinden çok daha azdır.” Bu çağrımla tam bu rahat eylemsizlik halinin risk ve bedellerine işaret etmek istiyorum.

Düşüş nasıl başladı?
İktidarın oy oranında büyük bir düşüş eğilimine girmiş olmasının nedenlerini uzun uzun açıklamak niyetinde değilim. Bütün uzmanlar ve kamuoyu bu konuyla meşgul. Herkesin üzerinde birleştiği nokta, bu düşüşün Recep Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı’na geçişiyle başlamış olduğudur.
Seçmenler oylarını Erdoğan’ın karizmatik kişiliğine veriyorlardı. Bu nedenle onu Cumhurbaşkanlığı’na getirdiler. Aslında bu arada ona bir uyarıda da bulundular. “Madem ki bu makamı çok arzuluyorsun, anayasal gereklerini de yerine getirecek ve sonuçlarına katlanacaksın.” Anayasal gereklerden kasıt parlamenter sistem içerisinde tarafsız bir Cumhurbaşkanlığı kimliği zorunludur. Genel oyla seçilmiş olması durumu değiştirmiyor. Daha önceleri pek olmasa da günümüzde Avrupa ülkelerinde genel oyla Cumhurbaşkanlığı’na seçilmiş ve parlamenter sistem içinde hareket etmek durumunda olan anlamlı sayıda örnek bulunmaktadır.
İnönü ve Bayar’ın 1924 Anayasası bağlamında siyasal sürece müdahale sayılabilecek, aslında öyle olmayan seçim kampanyalarında yer alışları yürürlükteki anayasa gereği mümkün değildir. Aksi durum anayasayı çiğnemek olacaktır. İnönü ve Bayar seçimlere milletvekili adayı olarak girmiş, kazandıklarında TBMM tarafından Cumhurbaşkanlığı’na seçilmişlerdi. Meclis yerlerine bir başkasını da seçebilirdi. Nitekim 1957 seçimlerini kaybeden CHP, kazanmış olsaydı Cumhurbaşkanlığı’na İsmet İnönü’yü değil, İstanbul listesinin ilk sırasında yer alan Ord. Prof. Teyfik Sağlam’ı getirmek eğilimindeydi. 1950’lilerin ilk yarısında Celal Bayar’ın geçirdiği bir rahatsızlık sırasında Prof. Fuat Köprülü’nün yerine geçmesi söz konusuydu.

HDP oylarının etkisi
İkinci önemli nokta 2007’ye kadar yapılan bütün genel ve yerel seçimlerde yüzde 80’in üzerinde, 2014’te yüzde 90’ı zorlayan bir katılımın sağlanmış olması ve HDP’nin yüzde 5’leri ancak 2011 ve 2014’te yüzde 6.6’ya çıkarmış olmasıdır. Katılımın yüksekliği oyların temsil oranının yüksekliği demektir. HDP’nin oylarının yoğunlaştığı illerde buralardan yüksek sayıda milletvekili çıkmasına imkân vermektedir.

HDP yüzde 10 barajını aşamazsa
HDP geçen seçimlerde yüzde onluk barajı bağımsız adaylar yoluyla aşmanın yolunu bulmuştu. Bu defa nasıl bir yol izleyeceği elbette kendi tercihidir. Ancak, barajı aşamaması durumunda yukarıda söz ettiğimiz gibi oyları büyük ölçüde düşecek Adalet ve Kalkınma Partisi’ne çok sayıda milletvekilini tepsi üzerinde ikram ederek ona iktidar yolunu açacaktır. Oysa HDP’nin parlamento dışında kalması büyük risktir. Politika her şeyden önce parlamento çatısı altında yapılır. Önemli bir kesimin oylarının değerlendirilemeyecek olması, kendilerini temsil edecek gücün anayasa değişikliği sürecinde temsil edilmemesi anlamına gelecektir. Türkiye’nin istikrar ve uyumu, ülke bütünlüğü bütün siyasal güçlerin parlamentoda temsiliyle mümkündür. Bu saptamaları içeren çağrımı araştırmacı ve siyasetçi kimliğimle taşıdığım tarihi sorumluluk adına yerine getiriyorum. Bu çağrı bütün siyasal güçleri kapsamaktadır.

BÜLENT TANLA 22. Dönem Milletvekili  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları