Server Tanilli

Türkiye Nereye Gidiyor? / 5

29 Kasım 2008 Cumartesi

Daha da vahim olanı, kimi toplumlarda kadınların, korkunç bir cinsel açlığın, bu arada dinmez bir şiddetin sultasında yaşamasıdır: Aile içi şiddet, töre cina­yetleri...

 

Kadınların savaşı sürüyor

Her iki cinsin statüleri arasındaki farklılığın, kimi zaman iddia edildiği gibi, fizyolojik dayanakları var mı?

Artık biliyoruz, kadının doğasından değil, tarihten ge­len bir durumdur bu itiliş; tarih boyunca, “kozmolojiler, dinler, boş inançlar, ideolojiler, edebiyatlar”, yarattıkları kadın imgesiyle, böylesi bir itilişi hazırlayıp durmuşlar­dır. “Kadının doğası, “ebedi kadın” diye bir şey yoktur; cinsler arasındaki farklılıklar toplumların yarattığı gerçekliklerdir, doğadan gelmezler.

Ve “kadın olarak doğulmaz, kadın olunur”!

Öte yandan, kadınların tarihi, genel tarihten olduğu gibi erkeklerin tarihinden de ayrılmadan, her iki cinsin eşitliğine doğru ağır ağır yürümüş bir tarihtir; 19 ve 20. yüzyıllardan beri yaşananı da bir devrimdir. Kadınlar, hâlâ sömürülüyor dövülüyor, ırzına geçiliyorsa da, kayıtsız­lığın ya da boyun eğmenin çağı bitmiştir. Kadınların devrimi gerçekleşmiştir; ona karşı çıkmak mümkün değildir.
 

Türkiye de bir “Kadınlar Devrimi” yaşamıştır...

Batı’da “Kadınların Devrimi”ne, özellikle kadın-erkek eşitliği gerçeğine, gecikerek de olsa Türkiye de katılmıştır; ve bu, Batı’daki “Aydınlanma”nın -akılcı ve laik- devriminin, sonunda Türkiye’ye ulaşmasının bir sonucudur. Bu süreçte, kesin ve radikal adımları atan da, bağımsız, laik ve demokratik Cumhuriyet olmuştur. Söz konusu uyanışı yaşayan, bütün Müslüman dünyada tek ülke de bizimkidir.

Ne var ki Türkiye’de, yarım yüzyılı aşan bir süredir, laik ve demokratik devrime karşı güçler, başta da İslamcılar, kadın-erkek eşitliğine direniyor; “kadın sorunu”nun çözümünü yokuşa sürüyorlar. Böyle bir ortamda, Cumhuriyet Aydınlanmasının kadınların davasına açtığı ufukları, özellikle de Medeni Yasa Devrimi’ni her zaman savunmalıyız. Öte yandan, ülkemizde, kadın özgürlük hareketinde, 1980’lerle başlayan ve Avrupa’daki rüzgârlara duyarlı değişiminin getirdiği zenginliğe de sahip çıkmalıyız!

Gerçekten, Türkiye’de o yıllarda tartışmalar, çetin koşullarda yapılmıştır: 70’li yıllarda, ülke, bir tür savaş içindeydi; 80’li yıllara girdiğimizde ise, bu savaş, sonunda bir faşizm getirmişti: 12 Eylül 1980’de, ülkede, insan hak ve özgürlükleri ortadan kaldırılıyordu; sol düşünce korkunç bir darbe yiyor ve sağcı, dahası şeriatçı düşünce ve güçlere -iktidara kadar- bütün kapılar açılıyordu. Türkiye’de, bu koşullarda, kadın hareketi ve feminist düşünce yeni ve değişik bir ivme kazanmış ise, başta kadınların direnişi ve yaratıcılıkları rol oynamıştır; hepsi de, çağdaşlaşma ideolojilerinden yola çıkıyorlar ve birbirlerini tamamlıyorlardı. Sonunda, korkulan da başa geldi: Kasım 2002’de Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) iktidara geçti. “Muhafazakârlık”ın altında dinci/şeriatçı bir ideoloji; liberalizm altında da, ulusal birikimi tasfiye ve bireyci kazanç bulunuyordu; “muhafazakârlıkla uyutup liberallikle soymak” da çok geçmeden gerçekleşti.

Böyle bir iktidarın, kadın hareketimizin, 1980’lerde gerçekleştirdiği değişimi daha ilerilere götürmesi, ilerici ve geleceğe açık yürüyüşüne omuz vermesi düşünülebilir mi?

Ayrıca hatırlatmalı: Ülkemiz, kahredici çelişkiler içinde. Kabaran yoksul kitleye, gitgide çoğalan işsiz milyonlar eklenmiştir. Ekonominin sürekli büyüdüğü haberleri bu insanları doyurmuyor. Bir de, aşırı nüfus artışı ve köylerden kentlere akan denetimsiz göç korkutuyor. Böyle bir ortamda, yükün ağırlığını taşıyacak olanlar kadınların omuzları değil midir?

Tarım kesimindeki kadınların derdine, kentlerde başkaları ekleniyor.

Kimi konulara da değineceğiz.

 

Kızları okula başlatmakla bitmiyor...

Cumhuriyet devriminin, milli eğitimde açtığı çığırı biliyoruz. Cumhuriyet, 1940’lara kadar olan dönemde, erkeklere de kadınlara da elinden geleni yapmıştır. Sonraki yıllar ise bir sapma yıllarıdır ve sonucu da şudur: Kadınların eğitim olanaklarından yararlanmada bir eşitsizlik açıktır. Bu eşitsizlik ise, sınıfsal, bölgeler ve kır-kent arası farklılıklardan geliyor; onlara tutucu ideolojilerin etkilerini de katmalı, iktidarların bugüne değin gideremedikleri eğitimde cinsel eşitsizlik, kırsalda, özellikle de Doğu’da ve Güneydoğu’da korkunç boyutlardadır ve günahını da başta kız çocuklar çekmektedir. Kız çocuklar ise, her yönden yalnız ulusal değil uluslararası bir sorundur: O sorun ise, çocuk emeğinin ekonomik olarak sömürülmesini yok etmekten, kız çocuğu toplumsal, ekonomik ve siyasal sorunlar hakkında eğitmeye kadar uzanıyor; kız çocuğunun statüsünü yükseltmek için aileyi güçlendirmek de gündemde. Bu sorumluluk ve yükümlülüklere bakıp Türkiye’yi ne denli çetin görevlerin, beklediği açık değil mi?

Dava, kızları okula başlatmakla bitmiyor.

Bunun yanı sıra, Cumhuriyet’i kuranların, kadınların eğitimine devrimlerin temeli olarak baktıklarını; kız çocuklara, eğitimlerinin her aşamasında insan oldukları bilinci verildiğini biliyoruz. Kadınların, her alanda etkin olmaları özendiriliyor; başı dik, eğitim görmüş, meslek sahibi “yurttaş kadın” simgesi işleniyordu ders kitaplarda. Ne var ki 1945’ten başlayarak, ders kitaplarında başı dik, eğitimli hatta bilim dünyasına hazırlanan kadın görünmez olur; onların yerine görünen, artık bilgisiz, mesleksiz, tüketici ve sürekli ev içi alanda dolanan tiplerdir. Bunun gibi, ders kitaplarında aydınlanmacı, laik, halkçı, bağımsızlıktan yana kişiler yer almaz olur; düşünen, tartışan, araştıran “bağımsız kadın ve erkek” imgesinin yerini, inanan ve boyun eğen insanlar alır. Cumhuriyetin kazanımlarından bu denli uzaklaştığımız bir noktada, ülkemizin yarım kalmış Aydınlanmasının tamamlanması için eğitimde ciddi adımlar atmak elbette var. Yapılacak işler arasında ders kitaplarının yeniden yazdırılması da yaşamsal değil mi?

 

Kadınların verdiği emeği de hatırlamalı

Toplumumuzda kadın, ailenin içinde olsun ya da olmasın, açık bir sömürünün, korkunç bir cinsel açlığın, bu arada dinmez bir şiddetin sultası altındadır. Kadın, kaçma ile de kurtulamıyor; “töre cinayetleri”, kendisini arayıp buluyor ve insanlığı da aşağılıyor. Olayların incelenmesinde erkeklere çıkarılan “zimmet” gerçekten korkunçtur. Bu zimmete karşı ceza yasalarının söyleyeceği vardır, ama bir noktaya kadar! Olsun, cezanın yıldırma gücüne başvurmak da gerekiyor. Özellikle “töre cinayetlerini-yürürlükteki sistemle- birkaç yıllık bir infaz hikâyesiyle kapamak iğrençtir. Öte yandan, “aile içi şiddet”, elbette Türklere özgü değildir; ama bunu söylemekle yetinmemeli. Nitekim, sorunun temellerine indiğimizde, toplumumuzda aksayan kimi nedenleri de hemen buluyoruz. Örneğin, çocukların ailede gördüklerini daha sonra kendi eş ve çocuklarına karşı uyguladıklarını söyleyen uzmanları tanıyoruz (Bkz. Hürriyet, 24 Ocak 2006). Özetle, aile içi şiddet çoğu kez, çocukken aile içinde yaşanan şiddetten kaynaklanıyor. Böylece, eğitimi aileden başlayarak sorgulamak gerekmiyor mu?

Kadınların verdiği emeği de hatırlamalı: Kadınlar, ne koşullarda ve ne pahasına çalışmaktadır ülkemizde? Kalkınmayla birlikte, kadın, hem eğitim olanaklarına daha kolay ulaşabilmekte, hem de edindiği donanım sonucu ekonomik özgürlüğünü kazanma şansını yakalamaktadır. Ne var ki, öğrenim düzeyi yükseldikçe iş bulma olanakları artsa da, evlilik, kadınlar için sosyal güvence ve statü kazandıran bir kurum olma niteliğini bugün de korumakta; dolayısıyla, evlendikten sonra çalışmama hâlâ yüksektir. Bu arada, yürürlükteki öğretim sistemi, iş yaşamının ihtiyaç duyduğu nitelikte emek sunulmasını engellemektedir. Öte yandan, kentleşmeyle birlikte kadının ev dışı dünyayla bağlantısı artıyorsa da: Kadının birincil görevinin eş ve anne olması; kadınların gebelik, doğum nedeniyle süreli izin kullanmaları; eve olan aidiyetlerinin yüksekliği; çalışma yaşamının çocuklara ayrılan zamanı kısıtlaması biçimdeki değer yargıları geçerliliğini korumaktadır.

Türkiye gibi gelişme yolundaki ülkelerde kadın, ne olursa olsun, ülkenin kalkınmasında “potansiyel bir güç”tür.

Profesör Türkel Minibaş, son eserinde (Bu Kez Düşmanın Adı: Terör, 2005, s. 539-554), kadınlar için şu konuların da altını çiziyor: Küreselleşme, demokrasi ve kadınları etkiliyor; kadın emeğinin gücü gittikçe kendini belli ediyor. Ne var ki, küreselleşmenin gözü kadın emeğinde. Böyle bir ortamda, dikkat etmeli: Kadınlar, bu kez de küreselleşmeye kurban olmasın! Yaşamsal bir uyarı değil mi?

 

İktidarı eşitçe paylaşma...

Son bir konu, erkeklerin kadınlarla iktidarı eşitçe paylaşmalarına gelince... Batı’da, kadınların siyasal haklarını elde etmeleri, ilk aşamada, seçme ve seçilme açısından eşitsizliğin kaldırılması olarak başladı ve 20. yüzyılın ilk yarısında başarıyla noktalandı. Ne var ki, Batı’da bile, kadınlar eğitim, meslek seçimi ve çalışma olanakları açısından daha iyi koşullara sahip olsalar da; gerek özel, gerek kamu kesimlerinde, yönetimin yukarı katlarına gelemedikleri gibi, siyasal yaşamda da pek bir varlık göstermiyorlar.

Özetle, kadınlar için, İskandinav ülkelerinin dışında bir “temsil edilmeme” gibi bir olay vardır ve onu aşma konusu tartışılıyor; engelin giderilmesi ise, başta demokrasinin yeniden kurulmasında ve eğitimden geçiyor. Batı ise, “cinslere eşit temsil” olanaklarını arıyor ve “kota uygulaması” da bulduklarından biridir.

Türkiye’de bu tartışmaların içindedir. “Kota” denen, partilerin seçimlerde, anayasal ve yasal olarak, kadınlara ayırmak zorunda oldukları -yüzde 25 ya da 30’luk- bir pay, bir kontenjan. Bu fikir, Türkiye’de, siyasal partilerden çok, sivil toplum kuruluşları arasında yer buldu ve kökleşiyor.

Ancak siyasal partiler de uyanmalıdırlar: Atatürk Türkiye’si -kuşkusuz- daha ileriydi; Türk demokrasisinin bu alanda eksikliğini de kapatması, parlamentomuza yeni bir kimlik kazandıracak ve bir canlılık getirecektir. Son olarak, 3 Kasım 2002 seçimlerinden çıkan “kadınsız ve kasvetli bir Meclis”, bir “Maçolar Meclisi”ne getirmiştir. Getirmedikleri,

başka nedenlerin yanı sıra, bu niteliğinden de ileri gelmiyor mu?

Kadınsız demokrasi olmaz!

Türban”a gelince... Çağdaş dünyada kadın-erkek eşitliği artık tartışma dışıdır ve kadına da yaraşır. Onu sarıp örtme bahaneleri ile, türban, kadına karşı düpedüz bir hakarettir.

Türkiye’de, 1923 Devrimi laik Cumhuriyeti yaratırken -belki- başta kadına verdiği yerle sentezini tamamlar. Türban ise, işte bu senteze karşı girişilmiş -ve yıllardır süren- genel saldırının bir parçasıdır; gerici anlamda da, bir “politik simge”dir kuşkusuz. Avrupa Birliği’ne girmek “aşk”ıyla tutuşmuş AKP’nin, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kararı karşısındaki tavrı, gericilik ve çelişmelerle dolu olmuştur. AKP’nin “türban açmazı” sürüyor...

İşte kadın sorununda gelip durduğumuz nokta!

Her şeye karşın söylemeli, Türkiye’de kadın hâlâ “ikinci sınıf; olumlu önlemlerin hayata yansıması için de, bir “zihniyet değişimi”nin hızlanmasından başka çare yoktur.

Bu zihniyet değişimi de kendi kendine gerçekleşecek değildir; verilecek mücadelede erkeklerin payı da önemlidir.

Ancak, yolları açacak olan, kadınların bilinçlenmesidir. Türkiye’de de kadınlar, kadınlarımız, bu uğurda, ne olursa olsun savaşıyorlar...

 

(Sürecek...)

 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Türkiye Nereye Gidiyor? 10 Ağustos 2009
Masal ve Gerçek... 7 Şubat 2009

Günün Köşe Yazıları