Server Tanilli

Türkiye Nereye Gidiyor? / 7

29 Kasım 2008 Cumartesi

1923 Devrimi bitmedi, sürüyor

Türkiye Cumhuriyeti, 20. yüzyılın başlarında bir devrim koşullarında doğdu ve gelişti. Yeni devletin ve toplumun sorunları ve bekledikleri de, Atatürk’ün eseri olan Kemalizme esin verdi ve onun tarafından yoğruldu. Kemalizm de açıktı; laikliği, bağımsızlığı ve çağdaşlığı savunuyordu.

Gerçekten, Atatürk’ün ülkeyi uygarlık ve aydınlanma yolunda ilerlemeye yönelik çabaları, -Erdal Atabek’in kaleminden- üç hedefte özetlenmiştir: 1. Türkiye’yi ulusal bir devlet-millet yapmak; 2. Laik cumhuriyeti her türlü iç ve dış etkiye karşı korumak; 3. Siyasal-ekonomik-kültürel bağımsızlığı kurmak ve korumak (Bkz; “Atatürk’e Karşıt Olmak, Cumhuriyet, 21.7.2008).

Ne var ki Kemalizmin bu ülküleri, en başta laik cumhuriyetle ilgili düşüncesi, ülkenin 1950’lerde demokrasiye adım attığından başlayarak, sadece İslamcılarca değil, bizzat Demokrat Parti (DP) iktidarı tarafından çiğnenmeye başlar.

Hazindir anlatması, deneyelim...

 

Demokrat Parti’nin giriştiği tasfiye

Belki çok az partiye nasip olan olağanüstü koşullar içinde doğan ve iktidara gelen (14 Mayıs 1950) DP’nin başındaki Adnan Menderes’in Meclis’te okuduğu ilk hükümet programı, bir “karşıdevrim kudurganlığı” içinde, “millete mal olmuş/olmamış devrimler” tartışmasını başlatır.

İlk yapılan da anlamlıdır: 17 Haziran 1950’de “Arapça ezan yasağı” kaldırılır. “Türkçe ezan”, aslında pek gecikmiş bir yenilikti ülkemizde. Arapça ezan yasağı, uluslaşma bilincinin din alanına da yansımasının bir örneğiydi: Halkların, ibadetlerini kendi dillerinde yapmaları yolunda verdikleri kavga, Batı’da ta 16. yüzyılda başarıya ulaşmıştı; Türkiyeli Müslüman ise, Kutsal Kitabını, kendi dilinde okuması, duasını kendi dilinde yapması şöyle dursun, anlamadığı bir dille ibadete çağrılıyordu.

Ne var ki, yenilik sürmez; ümmetçi kafanın zaten karşısında olduğu bu yasak, DP iktidarının ilk hedefi olur ve kaldırılır. Arkası çorap söküğü gibi gelecek ve çok geçmeden, din dersleri de ders programları arasına alınacaktır; onu, laik eğitime darbeler indirmek üzere, başka önlemler izleyecektir.

Onlar arasında imam hatip okullarını zikretmeli; onların yanı sıra, Kuran kursları, İslam enstitüleri, ilahiyat fakülteleri, yeni camiler, yetmedi mescitler... Özellikle 1970’lerin ortalarından başlayarak, 80’lerde ve 90’larda, iktidardaki partilerce yarışmaya döndürülür bütün bunlar. Pek bilinir olup çıkmıştır: Ülkemizde, okul sayısından fazla cami vardır ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yıllık devlet bütçesindeki yeri, Milli Eğitim Bakanlığı’nınkinin kat ve kat üstündedir. Dinciliğin medyada tuttuğu yeri hatırlatmaya gerek var mı?

Gerçek şu ki, bir “din bataklığı” içindedir toplum...

Unutulmamalı: DP iktidarı (1950-1960), yalnız laik eğitimde gericiliğe verilmiş ödünlerle yetinmedi; daha başka yanlışlar da yaptı ve kötü tohumlar ekti. Gerçekten, kendisine bırakılanlar arasında, önemli bir eğitim mirası ve özellikle -“yeni yeni kökleşen”- bir eğitim felsefesi bulunuyordu. Yapması gereken neydi? En başta, devrimle demokrasiyi uzlaştırmak ve oradan yola çıkıp, halkı uyara aydınlata, eğitimi daha ileri menzillere götürmesi elbette! DP’nin iktidarı boyunca görülen ise şu oldu: Ekonomideki tutumunun bir yansıması olarak, eğitimde ciddiyetsizlik, plansızlık ve hesapsızlık; oya bağlı kısa vadeli kaygılar, popülizm, gösterişe dönük politikalar; ama hepsinden önemli olarak da, eğitimde felsefesizlik! Eğitimde devraldığı kazanımlara sahip çıkmak bir yana, düpedüz yıkıcılığa da gitti: Halkevleri ile Halkodaları’nın ardından (1952), Köy Enstitüleri’ni kapatmakla yaptığı budur ve bir geleceği yok etmiştir. DP, bunları yaparken, emperyalizmin içerdeki uzantıları ile işbirliği içindeydi; dış politikada yamaklığını üstlendiği emperyalist dünyadan eğitimde de etkilendi. Özetle DP, bütün bunlarla, çağdaş eğitimin daha da çiçeklenişine bağlanan umutları söndürürken, eğitim ve kültürde bir çözülmeye yol açtı.

27 Mayıs Devrimi, 1960’ta, “1923 Devrimi bitmedi” haykırışıdır; bir uyanışı başlatır ve ardında çağdaş bir anayasa bırakır çekilir.

Arkasından, çok geçmeden bir kaos başlar.

Özellikle 12 Eylül darbesi, 23 Devrimi’nin daha korkunç bir tasfiyesine girişir. Anayasa adına bir polis tüzüğü çıkarır ve en başta sola karşı sayısız cinayetin arasından, iktidarı sağcı, dinci bir iktidara bırakır. Arka arkaya koalisyonların arkasından iktidara AKP gelip oturur. Onun altı yıllık iktidarı ise açık seçiktir: Emperyalizmin emrindedir; doğayı umursamaz, sanayiyi “babalar gibi” satar; türban deyip halkı ikiye böler ve bir yaşam biçimi olan laikliği adım başında çiğnediği için, sonunda Anayasa Mahkemesi’nin kararı ile alnına “battal” damgası vurulmuş bir haldedir.

Şaşkın, kızgın ve umutsuzdur...

Gelip durduğumuz noktada, Atatürk’ün ülkeyi uygarlık yolunda ilerlemeye yönelik üç hedefi ne durumdadır?

Erdal Atabek’in kalemini izleyerek yanıtlayalım:

1. Türkiye’yi ulusal bir devlet-millet yapmanın yerine, ülke, Balkanlar ve Kafkasya gibi, “dinsel-etnik çizgilerle” bölünmek, parçalanmak isteniyor;

2. Laik cumhuriyeti her türlü iç ve dış etkiye karşı korumanın yerine, Amerika’nın “ılımlı İslam modeli” projesinde olduğu gibi, laik cumhuriyeti ortadan kaldırıp “din eksenli bir cumhuriyet” yapmak revaçtadır;

3. Siyasal-ekonomik-kültürel bağımsızlığı kurmak ve korumak yerine, ülke, Amerika ve Avrupa Birliği gibi, küresel güçlere bağımlı kılınarak emperyalist sömürüye sunmak isteniyor.

Oyun açıktır, aktörler ortadadır, taraflar bellidir.

 

Buzdağının görünen yüzünde...

Türkiye’de laiklik karşıtı olarak gördüklerimiz, sadece buzdağının görünen bölümüyle ilgilidir. Öyle de olsa, devrimin öngördüğü önlemler yasalarda yaşıyor.

- Örneğin tarikatlar, DP’den başlayarak sağcı partilerce kollanmış, semirtilmiş ve bugün bir “oligarşi” olarak, iktidarlara yön vermektedir. Oysa 30 Ekim 1925 tarihli ve 677 sayılı bir yasa ile yasaklanmıştır tarikatlar. Öyle de olsa, bu yasa, şu anda fiilen “yok”tur; bunun en büyük kanıtı ise, İstanbul’daki Fatih/Çarşamba bataklığıdır, bir yenisi de Beykoz’da çıban evresindedir. Bir de Anadolu’yu düşününüz! Sivil toplum örgütü olmamaları bir yana, demokrasi için tehlikeli sayılan tarikat ve cemaatlere (Bkz. Özdemir İnce, 1950’den Bu Yana Tarikatların İntikamı, Hürriyet, 26.8.2008; “Demokrasinin Önündeki En Büyük Engel: Tarikatlar, Hürriyet, 27.8.2008), ne zamana kadar hoşgörü gösterilecek?

* Kuran’ın yetişkinlere seslendiği iyi bilinir; peki, körpe beyinlerin yıkandığı Kuran kurslarının yerine çağdaş yollar niçin aranmaz?

* İmam hatip okullarını kapatmakta geciktik; yerleri artık düz liseye bırakılmalı. İmam ve hatip ihtiyacı varsa, İlahiyat Fakülteleri neye durur?

* Sayıları 25’i aşmış İlahiyat Fakülteleri de göze batıyor. Neye hazırlıktır bu yarış?

* Türkiye’de 67 bin okul, 85 bin cami bulunuyor. Bu oransızlık utandırıcı değil mi? Hem camilerde halkın dolandırıldığı da ortaya çıktı. Bir cami yapmak için, Milli Güvenlik Kurulu’ndan karar çıkarmak noktasına mı vardık?

* Son olarak, Diyanet Başkanlığı laik Türkiye Cumhuriyeti’nin kurumudur. Onu fetva kurumu olmaktan çıkarmak ve yeniden örgütlendirmek gerekmiyor mu?

AKP’nin maskesi düştü; “liberal demokrat”ların, ve “İkinci Cumhuriyetçiler”in de...

Bir kez daha hatırlatalım: Laikliğin geçerli olmadığı bir İslam toplumunda demokrasi rafta kalır; laik eğitimin bulunmadığı bir eğitim düzeninde de inanç özgürlüğü yoktur.

Çağımızın hatırlatmalarıdır bunlar...

Ama laiklik için olduğu gibi, demokrasimizin sağlığı için de güvence, sağ değil, sol partiler ve iktidardır. Ancak, solu da yeniden düşünmeliyiz...

 

(Sürecek...)



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Türkiye Nereye Gidiyor? 10 Ağustos 2009
Masal ve Gerçek... 7 Şubat 2009

Günün Köşe Yazıları