Olaylar Ve Görüşler

Ben Hâkim Olsaydım

21 Nisan 2015 Salı

Yargı toplumun bir aynasıdır. Yargıdaki eksikliklerin, bozuklukların temelinde toplumdaki bozukluk ve çarpıklık yatıyor.

Bir davanın tarafları kimlerdir: Davacı, davalı, müşteki, sanık, katılan... Bir de davanın tarafı olmadığı halde yargılama sürecinin içinde olan, davaya katkıda bulunan kişiler. Kimler: Yargıç, savcı, avukat, tanık, bilirkişi...

Yargılamanın baş aktörü
Yargılama sürecinin baş aktörü kuşkusuz sonunda hüküm kuracak, karar verecek olan yargıçtır.
Bu nedenle yargılama süreci boyunca herkesin gözü yargıcın üzerindedir. Yargılama sürecinin içinde olanlarla birlikte süreci izleyenlerin de bu süreç ve süreç sonunda verilen karara ilişkin çok çeşitli görüşleri, düşünceleri, değerlendirmeleri vardır: “Ben hâkim olsaydım!”, “Ben hâkim olsaydım şöyle yapardım!”, “Ben hâkim olsaydım şu kararı verirdim!”
Davanın, davaların türü, çeşidi, hukuk/ceza olup olmadığı, sonucu önemli değil; bu sözleri dava sürecinde yer alıp almayan çok kişiden, çok fazla duymuşuzdur.
Ben hâkim olsaydım:
“Davalılarla kavgalarımız, sürtüşmelerimiz, davalarımız sürüp gidiyordu. Bu arada kafamda yavaş yavaş bir şeyler değişmeye, dönüşmeye başlamıştı.
Buralardan gitmeliydim. Buralarda, bu dağ başında gelecek yoktu. Anam babam da bu köyde doğmuşlar, burada yaşamışlardı ve işte hepimizin hali ortadaydı. Çocuklarımı olsun bu hayata mahkûm etmemeliydim. Sonunda tarlamı, evimi, her şeyimi satıp kente göçtüm. Eşin dostun da yardımıyla bir ev aldım ve kente yerleştim. Şimdi fabrikada iyi bir işim var. Bir süre önce eşim de çalışmaya başladı. Açık öğretime de yazıldım.
Şimdi düşünüyorum da nelerle uğraşmışız, boş yere ne üzüntüler çekmişiz! Şimdi birçok şeyi daha aydınlık, daha net, daha iyi görüp değerlendiriyorum.
Şimdi düşünüyorum da... Bakın ben yargıç olsam ne yapar, sorunu nasıl çözerdim?
Yargıç ihtiyati tedbir keşfi için köye geldiğinde davalılar tarafından kapatılan yolumun Hazine arazisi içinde kaldığını gördü.
Davalılar ise yolun kendi tapuları içinde kaldığına samimi olarak inanıyorlardı. Yargıç bu ilk keşifte taşınmazların çap ve krokilerini göstererek gerçeği anlatsaydı, sanıyorum hemen oracıkta yol açılacak, her şey orada bitecekti.
Ama yargıç bunu yapmadı. Ağzını açıp tek laf etmeden keşfi bitirip gitti.
Sonra, tedbir kararının infazı derken; esas dava derken; kavgalar dövüşler, ardından savcılık soruşturmaları, ihzarlar, duruşmalar derken iş büyüdü, inada bindi.
Bir yol kapatma davasından dokuz dava çıkardık. Davalılar gerçeği öğrendiklerinde iş işten geçmişti.
Hepsi için demiyorum ama çoklukla yargıçlar, savcılar davanın taraflarını; davacıyı, davalıyı, sanığı, tanığı dama ya da satranç tahtasının taşları, piyonları gibi görüp algılıyorlar.
Onlar için önemli olan önlerindeki dosya. Dosyanın içindekiler, onlar için kanlı canlı yaşayan insanlar değil de, kararın yerli yerine oturması için oradan oraya sürülen damanın taşları, satrancın piyonları...
İnsanlar tutuklanırken, ifadeleri alınırken, ihzar olunurken, keşfe gidilirken, ceza verilirken, davalar kabul veya ret olunurken o kişilerin yaşayan birer varlık oldukları, diyelim ana baba oldukları, diyelim çocuk oldukları, acı çektikleri, nefret ettikleri, korktukları, diyelim bir sevgilileri oldukları, beklentileri, umutları ve umutsuzlukları unutuluyor... İnsan oldukları unutuluyor...
Yargıç, savcı için önemli olan insan değil de dosya olursa, yargılama sonucunda belki bütün taşlar yerli yerine konmuştur ve karar cuk oturmuştur ama kâğıt üstünde.
O yargılama ve o karar adil değildir, sağlıklı değildir; insanların gönülden benimseyecekleri bir yargılama ve karar değildir.”

Toplumun aynası
Kimseye haksızlık etmeyelim. Yargı toplumun bir aynası. Yargıdaki eksikliklerin, bozuklukların temelinde toplumdaki bozukluk ve çarpıklık yatıyor.
Toplumca insana değer vermiyorsak, insan haklarını tanımıyorsak, yargıyı önemsemiyorsak, yapılan haksızlıklara karşı duyarsızsak, bu anlayış doğal olarak yargıya da yansıyacak. Yargıç da bu toplumun insanı...  

CENAP GÜVEN Avukat

 

-

 

Şehirde Yatmak...

 

Evrimin en önemli aşamalarından biri olan iki ayak üstünde yürümenin yanı sıra insanın en temel iki hareketi oturmak ve yatmaktır.

Hayatımızın büyük bir kısmını yatarak ve oturarak, az bir kısmını da ayakta durarak ya da yürüyerek geçirmekteyiz. İnsan yavrusu doğumundan uzunca bir süre ve epey yattıktan sonra oturmaya geçebiliyor. Hele yürümeye başlaması başlı başına bir eşik.
Belki de yürümeye verilen bu ihtimam yüzünden yatma eylemi epey sıradanlaşmış, üzerinde pek düşünülmeyen, sadece uykuyla ilişkilendirilmiş bir pozisyon.
Bu yüzden gündelik hayatta yatak odaları dışında yatan insanlar görmek garip karşılanır.

En masum an
Oysa insanın en masum hali herhalde yatıp uyuduğu anlar. Gözler kapandığında maskeler düşer, kalkanlar iner. Savunmasız kaldığımız bu anları kendimizi emin hissedebildiğimiz yatak odalarımızda yaşayabiliyoruz ancak.
Oturarak uyumak zorunda kaldığımız yerlerde, mesela bir otobüs koltuğunda, vapurda ya da bir bankta, gözlerimiz kapansa da pek rahat edemeyiz.
Ama güneş tepedeyken koşturmaktan yorulmuşken “şöyle bacakları uzatarak sırtüstü yatıp azıcık kestirebilsem” ya da ağır bir yemekten sonra işe dönmeden önce “şurada kıvrılabileceğim bir yer olsa da uzan- sam” diye hangimiz düşünmemiştir ki.
Sadece uyumak için değil, bazen gözleri kapatıp, uzanıp düşünmek için de sırtımızı yaslayacak bir yer, rahat bir köşe gerekir.
Ertelemek gerekir çoğu zaman bu istekleri, “akşam olsa da yatsam” diyerek. Oysa belki de o an gözümüzü kapatabilsek, meseleler daha kolay çözülecek, sinirimiz geçecek, derdimizi unutacak, daha çok seveceğiz hayatı.
Siesta kültürünün olduğu şehirlerde hayat biraz daha rahat akıp gitmiyor mu zaten?

Şehirlerdeki durum
Yaşadığımız şehirler insanın en temel üç hareketinden biri olan yatmak için neredeyse hiç bir şey sunmaz. Bilakis, belediyeler yürümek için kaldırımlar, oturmak için banklar hazırlarken, rahatça uzanmamızı engellemek için ellerinden ne gelirse yaparlar.
Havaalanlarında, istasyonlarda, duraklarda koltuk aralarına kolluklar konur ki beklerken uzanıp kestirmek engellensin. Amerika ve İngiltere gibi sokakta yaşayanların çok olduğu yerlerde, yatılabilecek yerlere metal çıkıntılar yerleştirildiğini görmüşsünüzdür. Parklarda çimlere uzanıp kestirmek istesek zabıta ya da polis tepemizde biter anında. Çünkü nedense, parklarda yatanların evsiz, aylak ve toplumca tehdit unsuru olarak görülen kişiler olduğu genellemesi kabul görür.
Yatıp uyuyan bir insanın tekinsiz; uyku gibi olabilecek en masum hareketin zararlı kabul edilmesi, şehir hayatı içinde gerçekten ilginç bir çelişki. Diğer yandan zenginleştikçe insanların şehrin sunduğu imkânlardan kopması da bu çelişkinin başka bir boyutu.
Bir yandan, tek başınayken ayakları uzatıp gözümüzü kapatabileceğimiz bir köşe ya da çimlere sere serpe uzanıp azıcık kestirebileceğimiz bir park bulsak bile bunu yapmaktan bizi alıkoyan koşullar var: çantamız ve cüzdanımızdan kaynaklı tedirginlikten, bedenimize gelecek tehditlerden gözümüzü kırpamayız.
Bir belediye başkanının belki de tek bir maddeden oluşan seçim bildirgesi olabilirdi bu konu düşünüldüğünde. “Ben bu şehri parklarında ve sahillerinde her an yatıp uyuyabilecek kadar güvenli ve konforlu yapacağım” diyen bir belediye başkanı hayal edebiliyor musunuz? İstediğiniz an herhangi bir yerinde uzanıp kestirebileceğiniz bir kentin diğer sorunları da çoktan çözülmüş olurdu zaten. Sonraki haftalarda şehirde oturmak, durmak ve yürümek üzerine düşünelim...  

ÖMER KANIPAK Mimar



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları