Ayşegül Yüksel

Nâzım'dan Türkiye'ye ayna

02 Ağustos 2011 Salı

Demokrat Parti’nin 14 Mayıs 1950’de yapılan genel seçimler için hazırladığı, “Yeter, artık söz milletin” sloganını ve “yeter” anlamında kalkmış bir el resmi taşıyan afiş çocuk belleğimde fotoğraflaşmıştır. İkinci Dünya Savaşı’na katılmasa da yoksulluk ve yoksunluk yıllarından yeterince pay almış, amaçladığı kalkınmayı tamamlayamamış bir toplumun, 20. yüzyılın tam ortasındaki ekonomik manzarası gündemdeydi…

Demokrat Parti’nin seçimleri kazanmasından kısa süre sonra, 25 Haziran’da Kore Savaşı başladı. NATO’ya girme ve Amerika’dan ekonomik destek alma peşindeki Türkiye, antikomünist Güney Kore saflarında çarpışmak üzere Uzakdoğu’ya 5 bin kişilik bir tugay gönderdi. Bu süreçle birlikte Türkiye emperyalizme “merhaba” demişti.


Tüketime açılan toplum

Üç milyon dolayında insanın öldüğü, Türk tugayının da sekiz yüze yakın şehit verdiği Kore Savaşı sonucunda ABD ile aramızda kurulan “dostluk”, biçimden biçime girerek sürüyor. Amerikan yardımı bağlamında ilkokullarda sunulan süt tozu ve Amerikan peyniri ikramına yetişememiş olmalıyım. Günümüzde dağıtılan “erzak paketleri”nin “öncül”ü konumundaki bu “besleme” yardımı sürerken düzgün beslenememenin tetiklediği “verem” hastalığı aşılamamıştı henüz.

Ülkemiz bir yandan da liberal ekonomiyle tanışmaktaydı; ayakkabıya pençe vurdurma, eskiyen paltoyu tersyüz ettirme, çamaşırların evde dikilmesi gibi uygulamalar ortadan kalkıyor, toplum “tüketim”e açılıyordu. Ne ki esnaf kesiminin yeni bir yaşam standardını kucakladığı o yıllarda, bizimki gibi memur ailelerin durumunda önemli bir değişiklik yoktu. Tarım makinelerinin sayıca üç kat artması sonucunda, işsiz kalan köylülerin büyük kentlere yığılacağı günler yakındaydı. (Salı Pazarı’nda hamallık yapan çocukların Altıyol’dan aşağı koşarak inerken Kürtçe şakalaştıklarının da fotoğrafı saklı aklımda.)

Öte yandan da Türk ordusu, Amerika’nın desteğiyle, Batı dünyasının komünizme karşı “ileri karakol”u olma yolunda güçlendiriliyordu. Babamın Maltepe’deki zırhlı tugayı Babaeski’ye taşımakla görevlendirildiği yıllar… Pastadan aldığı pay yakınma konusu olan ve şimdi de yıpratılma sürecine sokulan ordunun “büyüme” aşaması yine bu tarihlerde başlar. Ne ki ordu mensuplarına zaman içinde sağlanan avantajlar 50’li yıllarda gündemde değildi. (Okullarımız değişmesin diye bizi İstanbul’da bırakan “general” babamın, baraka görünüşlü bir yapıdaki, içinde gürültülü bir buzdolabının da bulunduğu, eski bir yatak, dolap ve iskemleden oluşan daracık odasının fotoğrafı da çakılmış belleğime.)

Tam da o yıllarda, biz Nâzım Hikmet’in -şiir meraklısı tanıdıklarda gördüğümüz- el yazısına çekilmiş dizeleriyle tanışırken ülkesinden uzaklaşmak zorunda kalan büyük ozan, bugün ülkemizde yaşananların başlangıç noktalarından biri olan 1950 yılını “Fatma, Ali ve Diğerleri”nde anlatmış. Yapıt 1952’de SSCB’de “Türkiye’de” başlığıyla, sonra da diğer eski sosyalist ülkelerde sahnelenmiş.

Oyunun ana izleğini, Kore’ye asker gönderme düşüncesine karşı çıkma amacıyla 14 Temmuz 1950’de kurulmuş (başkanlığa Behice Boran’ın, başkan yardımcılığına Adnan Cemgil’in getirildiği) Türkiye Barışseverler Derneği çevresinde toplanan aydın, işçi ve sıradan vatandaşların ilişki ve öyküleri oluşturuyor.


Yöneten ve yönetilenler

Bu izlek çerçevesinde, toplumdan manzaralar çiziliyor: Resmi makamlar ile ABD temsilcileri arasındaki çıkar ilişkilerine dayalı dostluk gösterileri, dernek üyelerine yöneltilen baskı ve şiddet, Kore’de savaşmak istemeyen erlerin farklı yaklaşımları, Kore Savaşı için gelen silahların İskenderun’da karaya çıkarılmasını engelleyen liman işçileri, büyük kentte dilenci konumunda sayılan -traktörün marifetlerinin gerisinde kalmış- işsiz köylüler, verem hastaları, hukukun satın alınabilirliğini savunanlar, komünist avcılığı, poliste dayak yeme… Bütün bunların yanında da aşk, şiir ve türkülerle güzele boyanmış, barış ve anti emperyalist bir dünya için savaşım…

Nâzım’ın, çok tablolu, epizodik bir kurgu içinde, “yöneten” ve “yönetilen”lerin toplumsal duruşunu (gestus) sunan, yer yer dışavurumcu, sinemasal efektlerle, “koro”nun yorumlarıyla, canlı diyaloglarla biçimlendirdiği bu politik oyun bana en çok Brecht tiyatrosunu çağrıştırıyor.

Yapıtı olağanüstü titizlikte bir “metin araştırmacılığı” süreci sonunda Türkçe olarak gün yüzüne (Yapı Kredi Yayınları, özel baskı) çıkartan M. Melih Güneş’ten de, Brecht’in Nâzım’ın metnini sahnelemek istediğini, ne ki 100 kişilik bir kadro gerektiren yapımı göze alamadığını öğreniyoruz. Nâzım tiyatro tarihimize bir kez daha imzasını atıyor…



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

'Devlet Ana’ sahnede 26 Mart 2024

Günün Köşe Yazıları