Bağış Erten

12 Eylül sabahı ben mutluydum

13 Mayıs 2015 Çarşamba

Kenan Evren öldü. 98 yaşında. Eceliyle... Herkes muhasebeye oturdu. Arkasından iyi söz söyleyen bile tek tük. Twitter’da son yolculuğuna uğurlanırken sorulacak olan “Nasıl bilirdiniz” sorusuna cevap olarak “Kötü bilirdik” diyelim diye kampanya var. İktidarından muhalefetine, sağcısından solcusuna, gencinden yaşlısına memleketin hemfikir olduğu pek az konudan biri bu: Onu sevmiyoruz! Sevmemek yetmiyor ama. Yaptıklarını da hatırlamak, yüzleşmek ve hatta onun izinden gidenleri de teşhir etmekte fayda var. Hem Kenan Evren’i eleştirip hem de onun yarattığı onca engelle mutlu yaşama ikiyüzlülüğü insanın asabını bozuyor.

Futbola ne yaptılar?
O zaman soralım: Toplumsal hayatın üzerinden silindir gibi geçen 12 Eylül futbola ne yaptı? Kestirmeden söyleyelim. Cumhuriyet’te geçen haftaki nefis yazı dizisinde gördüğümüz gibi, nasıl ki Mahir’ler hapishaneden kaçış planını bir futbol maçının arkasına saklıyorlar, 12 Eylül de aynısını yaptı. Bütün toplumsal hayat, sokaktaki dinamizm futbolla yer değiştirdi. Futbol sloganları fethetti, öfkeyi başka alanlara kanalize etti, sokakları toplumsal muhalefet yerine pop-şovenizmin hareket alanı haline getirdi.

Profesyonelliğe devir
Önce yerel futbolu öldürdüler. Pek çok takımın gepegenç oyuncusu 12 Eylül hapisanesinde aldı soluğu. Dinamo Mesken, Kadırgaspor gibi takımların hikâyeleri ibret vericiydi. Kulüp binaları basıldı, oyuncular gözaltına alındı. Sahaya çıkacak 11 kişi bulamaz hale geldiler. Dağıldılar, gittiler. Sadece politik olanlar değil politik olmayan mahalli güçler de gitti. Oyun anlamsız bir profesyonelliğe devredildi. Hatırlamak isteyen Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’ı tekrar izlesin. Sonra memleketi millileştirme politikası gereği yabancı oyuncu transferini yasakladılar. Onca pompaya rağmen milli takım çöktü. Darbeden ilk seçimlere dek geçen sürede 13 resmi maçta iki gol atabildi Türkiye. Bir beraberlik, bir galibiyet 11 yenilgi. Gelen geçen üç attı, beş attı, 8-0’ların yolu açıldı. Ardından yabancı kuralını arkadan dolanma dönemi geldi. Türkiye bir anda ‘göçmen’ kartıyla oynayabilen eski Yugoslavlar çöplüğüne döndü. Simsarlar ilk o gün paranın kokusunu aldılar. Yetmedi, futbol kalitesi seksenlerin ilk yarısında resmen dibe vurdu.
Artık futbol memleketin önemli hasletlerinden biri haline gelmiş, toplumsal muhalefetin yerini almıştı. Stadyumda herkesin gazı bir şekilde alınıyordu işte. Sadece bu da değil. Eskiden sadece futboldan ibaret olmayan bir spor kültürü vardı bu topraklarda. Açın bakın eski spor sayfalarına. Manşetten bisiklet, cimnastik, güreş göreceksiniz. İçinde milli atlet olmayan organizasyonlardan sayfalarca bahseden yazıları okuyacaksınız. Oysa 12 Eylül ve sonrasındaki Özal dönemi futbola başka bir misyon biçmişti. İktidar olacaktı futbol. Her sporu domine edecek, nefes aldırmayacaktı. Bugün içinden şiddet, şovenizm, dışlayıcılık, yolsuzluk, kayırma, adaletsizlik geçen futbol kültürümüzün temelleri işte o günlerde atıldı.
1970’lerde futboldan hoşlanan muhalif bir insan olsaydım 12 Eylül’den sonra muhtemelen nefret ederdim güzelim oyundan. Oysa ben 12 Eylül sabahı sokakta futbol oynayan yedi yaşında bir çocuktum. Hayatımdan da mutluydum. Araba geçmiyordu ve biz de rahat rahat top koşturuyorduk. Meğer olay buymuş zaten. İnsan geçmez, futbol geçermiş. Bu oyunu nasıl hâlâ sevebiliyoruz, bazen şaşıyorum.

Gazeteci sorar, teknik adam cevaplar
Bayern Münih-Barcelona maçı öncesi basın toplantıları... İki genç teknik adam soruları cevaplıyor. Birinin eski takımıyla almadığı kupa kalmamış, dünyanın en iyilerinden biri olduğu söyleniyor. Ötekisi ise büyük bir iş başarmak üzere. Üç kupada birden son adıma kadar geldi. Pep Guardiola ve Luis Enrique. Tüm karizmalarıyla karşımızdalar. Biz de basın toplantısındaki soruları merakla dinliyoruz ve afallıyoruz!
Hemen yanımızda ayak ayak üstüne atmış, kaykılarak soran genç bir gazeteci var: “Gelecek sezon devam edecek misiniz, yoksa Manchester City’ye mi gideceksiniz?” Bir diğeri kinayeli kinayeli soruyor: “Turdan umut var mı?” Guardiola’nın yeteneklerini sorgulayan mı istersiniz? Luis Enrique’ye “Başarabilecek misin” iması mı? Hepsi var. Şaşırıyoruz. Ama bitmiyor. Enrique’ye “Guardiola bir sene daha görevinin başındaymış. Sen bu sezon her şeyi kazanacaksın belki de. Ama kalıp kalmayacağın bile belli değil. Ne diyorsun” diye takılana artık dayanamayıp Banu Yelkovan’la birlikte ‘yuh artık’ tadında bir bakış atıyoruz. Yarı finalde iki teknik adama bunlar mı sorulur? Evet, bunlar sorulur. Akılda ne varsa sorulur. Karşındaki adamın kariyerine, karizmasına bakmadan doğru sorular neyse o sorulur. Hatta sorgulanır da... Çünkü teknik direktörlük/ yöneticilik koltuğuna oturan herkes bunların sorulacağını bilir. Gazeteciler de mesleklerinin gerektirdiklerini...
Son bir soru daha geldi Guardiola’ya: “Dünyanın en büyük antrenörlerinden biri misin hâlâ?” Cevap: “Bununla ilgilenmiyorum. Tek bildiğim elimden gelenin en iyisini yapmak. Bu size yetmeyebilir, Bayern’e yetmeyebilir. Ama benim için tek kriter budur.”
Basın toplantısı bitti. Herkes işine gücüne devam etti. Kimse kovulmadı. Kimse sinirlenmedi. Kimse kimseyi ‘şunu düzelt’ diye aramadı.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Bu sezon o sezon değil 2 Eylül 2018
Herkes biliyor 29 Ağustos 2018

Günün Köşe Yazıları