Evet, öldürmek bunca kolayken...

25 Mayıs 2015 Pazartesi

Kısa süre önce bu sütunda ve yine öldürmeler için kullanmıştım bu başlığı. Ama o kısacık sürede yine de epey ölüm birikti. Eylemlerde öldürülen gençler. Çarşıların ortasında, kilise önlerinde öldürülen gençler. Ve kadınlar. Hele kadınlar. Erkeklik adına öldürülmeleri sürüp giden kadınlar. Öldürmek bunca inatla ve acımasızlıkla yineleniyorsa eğer, o zaman öldürmek üzerine yazılanlar da ne kadar yinelense azdır.
Ama, daha önceki yazımda da söylediğim gibi, öldürülmek üzerine yazmak benim için artık her geçen gün daha da zorlaşmakta. Yaşadığım iklimde öldürmek bunca çoğalmışken, dahası, yaşamanın adı neredeyse öldürmeye ve öldürülmeye çıkmışken  neredeyse kırk yılı geride bırakmış yazarlığım boyunca uğraşımı, hep hayatı savunmaya adamışken, dünya edebiyatında ölüm olgusu ile hesaplaşma bağlamında eşsiz olan “Vergilius’un Ölümü” çevirisine hayatımın tam kırk yılını vermişken, yazdıklarım ve çevirdiklerime rağmen öldürmeler karşısında onca aciz kalmışlık duygusuyla bir kez daha çarpışmak zorunda kalmak!

‘Onun hangi saftan olduğunu biliyor muydunuz?’
Öldürmek üzerine son yazdığımda, karşımda daha bir gün önce Ege’nin topraklarına verilen Fırat Yılmaz Çakıroğlu’nun fotoğrafları vardı. Ekim 2014’te İzmir’de, bir yürüyüş sırasında arkadaşları ile en ön safta. Aynı resimlerin sol köşesinde daha küçük bir portre çekimi. Ve onların altında, cenazede çekilen ve nicedir bilinen o resimler: Öldürülen oğlunun çerçeveli resmine sımsıkı sarılmış bir anne. Evladının musalla taşındaki tabutuna kapanmış bir baba. Haber başlıkları ise neredeyse aynı: “Karşıt görüşlü öğrenciler arasında çıkan çatışma sırasında ... bıçaklandı...” Yaşamanın artık çoktandır öldürülmeye dönüştüğü bir iklim. “Karşıt görüşlü” olmanın, doğal olarak öldürülme riskini de beraberinde getirdiği, ilkokuldan üniversite son sınıfa kadar uzanan bir yelpazede, artık çocuğunu ‘okul’a gönderen hiçbir anababanın onu akşam sağ göreceğinden emin olamadığı bir ülke. Ve belki de en zoru: Bu ölüme tepkimi dile getirirken, öldürülenin yaşıtı olan kimi gençlerin; “Ama hocam, onun hangi saftan olduğunu biliyor muydunuz?” diye karşı çıkmalarına, bu cinayeti haklı göstermeye çalışmalarına tanık olmak!

‘İnsan hayatının ölçüt olmaktan çıktığı yerde...’
Geçen yüzyılın en büyük yazarlarından Elias Canetti’den bir not: “İnsan hayatının ölçüt olmaktan çıktığı yerde, artık hiçbir şeyin ölçütü kalmamış demektir...”
Yıllar önce, İstanbul Üniversitesi Alman Filolojisi Bölümü’nde Hüseyin diye çok sevdiğim bir öğrencim vardı. Yirmilerinde, canlı, politik tutumu olan, bu tutumu rahatça sergileme yürekliliğini hep gösterebilen bir gençti. Sonra onu birkaç hafta görmedim. Bir cuma günü dersten çıktığımda, koridorda beni bekleyen bir gençle karşılaştım.
“Hocam, ben öğrenciniz Hüseyin’in arkadaşıyım...” “Peki nasıl Hüseyin? Merak ettim. Hasta mı?” – Ses çıkarmadan bana elindeki mevlit şekeri külahını uzattı. “Hüseyin çatışmada vuruldu – dün kırk mevlidi vardı, size şekerini getirdim; sizi çok severdi...” Hüseyin, “karşıt görüşlü” öğrenciler arasında çıkan çatışmada ölmüştü. Canetti’nin yukarıdaki alıntısı sanırım ilk kez o gün böğrüme bir kurşun gibi saplanmıştı.
Aradan yıllar geçti. Ve ben bir kez daha Canetti’nin “Yazarın Uğraşı”ndan bir cümle ile sarsılıyorum: “Yazarın işi, insanlığı ölümün kucağına bırakmak olamaz...” Peki ama, ya yazar insanlığı durmaksızın ölümün kucağına itenler karşısında güçsüz kalıyorsa?



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları