AKP’nin sırtındaki kambur

30 Mayıs 2015 Cumartesi

15 Ekim 1961’den bu yana yapılan seçimleri, kimi zaman sahada kimi zaman da seçim masası başında izlerim.
Sandık başına gitmeye sekiz gün kala seçimin iddialı olan ve iddialı görünen altı partisine ilişkin saptamalarımı yazmaya niyetlendim.
AKP’den başlıyorum.
Adalet ve Kalkınma Partisi, hocaları Erbakan’ı dışlayarak din ağırlıklı devlete geçişi daha kolay sağlayacağını düşünüyordu diyebilirim.
Umudunu da iki oluşuma bağlamıştı.
Birincisi Avrupa Birliği’ydi (AB).
AB üyeliği sayesinde düşlerindeki devletin yapısını ve dinsel niyetlerini daha rahat gerçekleştirebileceğini düşünüyordu.
Müzakerelere başlama tarihinin belirlenerek açıklanmasını, öğle vakti havai fişeklerle ve Birliğe girmiş kadar büyük bir coşkuyla kutlaması da bu yüzdendi.
Ama kısa bir süre sonra umutları havada kaldı. Çünkü Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) önceki partilerinin, dini siyasete alet etmekten ve laikliğe karşı odak durumuna gelmekten kapatılmasını onaylamıştı.
İkinci hayal kırıklığı, yok edileceği kuvvetle umulan türban yasağının uygun bulunmasıyla yaşandı.
Artık AKP’nin, AB’yi kullanma umudu kalmamıştı. Gülen Cemaati’ni de yanına alarak kendi göbeğini kendisi kesmek durumunda kalmıştı.
Büyük ölçüde başardı da.
“Ne istediler de vermedik” cümlesiyle özetlenen ortaklığın en önemli başarısı (!) laiklikten kurtulmanın önündeki en büyük engel olarak görülen ve sonradan “kumpas” diye eleştirilen Türk Silahlı Kuvvetleri’ni güçsüzleştirmeyi amaçlayan dava furyası ile yaşandı.
Anlaşılan cemaat daha fazlasını istiyordu. Kavga çıktı; iki ortak, düşman kardeşlere dönüştü.
Seçime giderken AKP, ne kadar yok saysa ya da “darbe” diye yorumlasa da 1725 Aralık yolsuzluk, usulsüzlük, rüşvet kamburunu sırtında taşıyor. Eskiden bu tür kötüye kullanmalar hikâye kipiyle, kesinlik yansıtmayan “götürmüşler” sözcüğüyle anlatılırdı.
Seçim gezisinin yanı sıra ikili görüşmelerden de anladığım şu ki televizyon görüntüleri kuşku düzeyini artırmış ve kanıları kesinleştirmiş. Artık “kutularla götürdüler” deniyor.
Kimi AKP’lilerin “Eskiler yüzde 80 götürüyordu. Bizimkiler yüzde 20 götürüyorlar” diye küçümseme çabaları da pek işe yaramamış görünüyor.
Ama bir etkisi olur mu ya da ne kadar olur bilemem.
Çünkü günahları yok saymanın, varsa da sıfırlama yollarının keşfedildiği bir süreçten geçiyoruz.

***

Türkiye’nin bir başka eksiği de, demokrasinin olmazsa olmazı sayılan kavramların halka, günlük yaşamını da düzenleyecek düzeyde indirilememesi. AKP’nin başarı sayılan eylem ve söylemleri de büyük ölçüde bundan kaynaklanıyor.

***

AKP’nin oy oranının düşeceğine ilişkin verilerin, en çok yandaşları endişelendirdiği görülüyor. Üstelik bu kez koruma altına almak zorunluğu duydukları sadece AKP değil. Eylemli olarak propaganda çalışmalarına katılan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı da dikkate almak zorundalar.
AKP için gerekçe üretmek pek zor değil. Genel ve yerel kimi seçimlerin oy oranlarını tersyüz de ederek sözcük oyunlarıyla başarabilirler.
Ama “yüzde 52 oyla halk tarafından seçildim” diye alanlara çıkan Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın durumunu nasıl şavullayacakları şimdilik bilinemiyor.
Yandaşların endişelerinin nedenleri arasında hayatlarında gördükleri en büyük itibarı ve ekonomik iyileşmeyi kaybetme korkusu da var mıdır acaba?

***

Gelelim Türkiye’deki bir anlayış değişikliğine.
Abdülhamid döneminde, çeşme başında dua eden bir ihtiyarın resminin yayımlanmasını sansürlemişler. Gerekçe: “Bazı kötü niyetliler bunu ‘işimiz Allah’a kaldı’ diye yorumlar.” Oysa günümüzün Abdülhamid’lerinin konuşmalarında dualar yetmiyor, ayetler, hadisler ve dinsizlik suçlamaları mikrofonlardan yansıyor.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları