İnegöl ile Cemil

01 Ocak 2009 Perşembe

Cemil Kavukçu, edebiyatımızın son yirmi yılının önde gelen isimlerinden. Üstelik çok satışlıroman yazarlığıyla kolayca ün ve servete kavuşulan günümüzde, edebiyatın en has türlerinden öyküyü ısrarla sürdürerek, yazarlığının onurunu korumayı da bilenlerden.

Daha geçen yıl yayımlanan Mimozada Elli Gram (Can Yayınları) ile, günümüz toplumunun kıyıda kalmış insanlarının dünyasından sarsıcı bir kesit sunmuştu okurlara.

Sait Faik, Sabahattin Ali ve Orhan Kemalle görkemli bir başlangıç yapan çağdaş öykücülüğümüz, çok verimli geçen ellili ve altmışlı yılların ardından seksenli yıllarda bir durgunluk dönemine girmişti. Doksanlı yıllarda, yeni bir öykücü kuşağıyla yeniden parlak bir atılım sürecine girdi.

Cemil Kavukçu, geçen günlerde yayımlanan Angelacomanın Duvarlarında (Can Yayınları) çocukluğunun ve ilkgençliğinin geçtiği İnegölü anlatıyor. Bunun için de inandırıcı bir nedeni var: Mutluluğun bendeki en belirgin tanımı da, yaşarken farkında olmadığım, geçmişte kalmış bazı anları yeniden yaşıyormuşçasına canlandırmak için duyduğum istektir.

***

Çoğu yazar için yitik bir ülke olmasının yanında, kendi kişilik oluşumlarını aradıkları sonsuz bir alandır çocukluk. Boris Pasternakın O Günleri (Çeviren: Melih Cevdet Anday), Rafael Albertinin Yitik Korusu (Çeviren: Ahmet Cemal), bende izler bırakmış, bu türde unutamadığım örneklerdir.

Çocukluk, çağlara göre değişen çevre koşullarıyla sınırlansa da, özünde aynıdır: Dünyayı tanıma yolculuğu. Bu yolculuk boyunca insanın kendi olma serüveni:Asıl hazinem çocukluğumdaymış.”

Çocukluğu, hepimiz için bu denli ilginç yapan şey, içerdiği geniş bilinmezlik alanıdır. Ailenle, nasıl geçinildiğini, yaşam koşullarını anlayamadığın bir ortamda, yarınların ne getireceğini, hayatının nasıl, hangi rastlantılarla biçimleneceğini bilmeden yaşar gidersin.

***

Angelacomanın Duvarlarında bir yandan bir yazarın oluşum sürecindeki ayrıntıları izlerken, öte yandan da bir kentin, İnegölün geçmiş günlerini, daha doğrusu geçmiş ruhunu buluyoruz.

Yazarın anlattığı İnegöl, anne ve babamın buralı olması nedeniyle benim de çocukluğumda sık sık havasını soluduğum bir yerdi. Annem, buranın, Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkenin ikinci büyük kazası olduğunu söylerdi. En büyüğü neresiydi, Bandırma mı, İskenderun mu, hiç bilemedim. Yazları geldiğimizde kaldığımız dayımın ya da halamın evleri, henüz betonlaşmamış İnegölün çoğu çivit boyalı ahşap-kerpiç evlerindendi. Kent meydanında, bir zamanlar dedemin yazıhanesi olan, sonradan bir otobüs işletmesine kiralanmış yapı, hafif yan yatmış izlenimi yaratsa da, yerli yerindeydi. Çoğu günler, amcaoğlumun çalıştığı bir ara sokaktaki kırtasiyeci dükkânında, akşamın olmasını beklerdim.

Bu mekânların yanı sıra ulu çınarların, uğultusundan başka seslerin duyulmadığı, gür suların çağıldayarak aktığı dereler demekti benim için İnegöl.

Angelacomanın Duvarlarında hemen bütün taşra kentlerinde yoğun olarak duyulan o hüzün, başlıbaşına bir kişilik. Bütün anlatıyı, baştan başa sarıp sarmalayan, okurun içinden çıkamadığı bir duvar.

Cemilin İnegölde yakmaya çalıştığı talaş sobalarını, aynı yıllarda biz de Balıkesirde yakmaya çalışırdık. Onun resim tutkusu, bende sinema ve edebiyattı; bir de ortak tutku: Bisiklet.

Sonunda taşra yaşamı her yerde benzer. Ama önemli bir yazar, o hayatı yazdığında ortaya çıkan yapıt, biz okurlara o hayatla ulaşılan edebiyatı gösteriyor. O hayatların bize söyleyemediğini edebiyatla söylüyor, anlatıyor, etkiliyor.

İyi bir yıl dileğiyle.

[email protected]



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Yüz Yıl Önce Balkanlar 26 Aralık 2012

Günün Köşe Yazıları