Kafesler zincirlerinden boşalırsa...

28 Temmuz 2015 Salı

İnsanlık tarihi bir bakıma da “canlı varlık” insanın kendine yabancılaşma tarihidir.

İki milyon yıl önce alet yapmaya başlayarak doğanın kendine sunduklarıyla yetinmekten çıktı insan. Doğadan alarak, çalarak, kopararak yapıp ettikleriyle dünya üzerinde kendisine sınırsız bir kullanım alanı açtı. Bu süreçte de kendi doğal-biyolojik varlığıyla ters düşen, dolayısıyla ona yabancılaşmış bir noktaya geldi.

Bu durumun pek çok yönde sonuçları var. Hava, su, toprak kirliliği, küresel iklim değişimi, enerji kaynakları (petrol) için yapılan savaşlar, vb. Ama burada konumuz, söz konusu yabancılaşmanın insanın “diğer hayvanlar”la ilişkisinde yol açtığı sonuçlar.

Evet, “diğer hayvanlar”, çünkü hep unutuyoruz, insan da bir hayvan, ondan öte maymun (“primate”), ondan da öte bir kuyruksuz büyük maymun (“ape”).

Yani o evrim tartışmalarındaki bitmez polemiklerde hep sorulan “İnsan maymundan mı geliyor” sorusu aslında geçersiz. İnsan, bizatihi maymun…

Fakat doğaya yabancılaşan insan, bununla bağlantılı ikinci yabancılaşmayı aslında “akraba” olduğu diğer canlı türleriyle de yaşadığı için ne hayvan, ne de maymun olmak kabul edilebilir oluyor. O yüzden her iki tabiri de hakaret sayıyoruz.

Hayvanlar âlemine yabancılaşmanın en belirgin göstergelerinden biri de “modern” dünyada karşımıza çıkan yazınsal ve görsel kurgular. Kuşlardan yılanlara, kurtlardan balıklara kadar insanı dışta tutacak şekilde tüm hayvanlar âlemini “insan-hayvan”a düşman sayan bir yönlendirme hedefleyen roman ve filmleri yıllarca izledik.

Etki öyle güçlü oldu ki ne köpek balığı korkusundan denizlere gönül rahatlığıyla açılabilir, ne de ayı, kurt, tilki korkusundan ormanların derinliklerine dalabilir hale geldik. Hatta sokakta yanımıza yaklaşan ve aslında bir sokak çocuğundan farksız şekilde hoyratça sokağa atılmış zavallı köpeklerden korkar olduk.

Hâlbuki durum tam tersidir. Ormanların derinliklerini de, dağların tepelerini de “imar”a açan; denizleri, gölleri, ırmakları kimyasal atık depolarına çevirip kutupları eriten insan, diğer hayvanlar için çok daha büyük tehdit oluşturmakta.

Bu şekilde doğaya ve “hayvan” gerçeğimize yabancılaşmayla vardığımız nokta, şimdi tüm canlılık ve canlılarla birlikte kendi türsel varlığımızın da bir yok oluş tehlikesi eşiğine gelmiş olması. O yüzden artık film ve romanlarda kıyamet fantezileri gırla giderken, hayvanlar âlemiyle ilişkimizi de farklı, hatta karşıt bir perspektiften değerlendiren hikâyeler karşımıza çıkmakta. FX’te ilk dört bölümünü tamamlamış olan yaz dizisi “Zoo” (Hayvanat Bahçesi) bunlardan biri.

“Asırlar boyunca insan baskın tür oldu. Hayvanları evcilleştirdik, bir yerlere kapattık, spor olsun diye öldürdük. Ama tüm dünyadaki hayvanlar artık bunun daha fazla böyle devam etmemesine karar verirlerse ve eğer karşı saldırıya geçerlerse ne olacak?”

Dizinin ilk üç bölümü bu girişle açıldı. Dördüncü bölüm, gelişen olayların da sonucu olarak bu takdimde değişikliğe yol açtı. Aşikâr oldu ki hayvanlar böyle devam etmemesine karar vermiş. İşte bu noktada da dizinin ana oyuncu kadrosunu oluşturan kahramanlarımız, hayvanlara ne olup bittiğini, bunun nedenlerini ve ne yapılacağını bulmak üzere işe koyuldu.

Onları sıralayalım: Babası da uzun yıllar önce hayvanların böyle bir değişme yaşayacağını öngördüğü için “kafayı yemek”le suçlanmış bir zoolog olan, hayvan davranışları uzmanı Jackson Oz (James Wolk). Bir biyoteknoloji şirketinin hayvanları zehirleyen yiyecek ürettiği iddiasıyla ortaya çıktığı için işten atılan gazeteci Jamie Campbell (Kristen Connolly). Hayvanlara dost bir safari rehberi Abraham Kenyatta (Nonso Anozie). Çekici bir Fransız dış istihbarat ajanı Chloe Tousignant (Nora Arnezeder). Nihayet yine bir hayvan dostu, veteriner-patolog Mitch Morgan (“Revolution”da çok sevip erken finalle üzülerek veda ettiğimiz Billy Burke).

Karakter tanımlamamızdan anlaşılacağı üzere kahramanlarımız, bir “hayvan kıyameti” yaşanmaya başlayan dünyada hayvan-dostu bir motivasyona sahipler. Dolayısıyla ilk dört bölümde çok vahşi hayvan saldırılarıyla bezeli sahneler olsa da dizinin bizi sürükleyeceği nokta, belli ki insanın çevreye ve hayvanlara reva gördüğü yaşam kıskacı.

Bu itibarla “Zoo”, türcülük-karşıtı bir fantastik dizi olarak karşımıza çıkıyor. “Türcülük”, onu ırkçılık ve cinsiyetçilikle paralel şekilde ortaya atan Richard Ryder’ın ifadesiyle bir başka canlı türünün mensubu oldukları için o canlılara zarar vermeyi anlatan bir tabir. İnsanın kendi canlılık (hayvan) haline yabancılaşmasının en uç, en gaddar, en karanlık noktası. Sirklerle, hayvanat bahçeleriyle ve daha yakın zamanlarda da “pet-shop”larla beslenen bir nokta.

Dizinin adı bu bağlamda anlamlı: “Hayvanat Bahçesi”, kafeslerin dışına açılıyor! Bir “bilinç uyanışı” yaşayan hayvanların, kendilerini öldüresiye baskı altına almış “insanat bahçesi”ne isyanını anlatan bir dizi bu. Hepimizin dikkatini de asıl ve başat sorun olarak o “bahçe”ye çekiyor.

Gerilimi macerayla buluşturan bu fantastik ve hareketli dizinin yaz sıcağında hepimize iyi geleceğini düşünürken onun seyrine paralel olarak şu keyifli okuma önerilerini de ekleyelim: Birincisi, içinde Richard Ryder’ın yukarıda zikredilen Türcülük kavramını ortaya attığı yazısının da bulunduğu, Birikim dergisinin “İnsan-Hayvan: Sorumluluk, Hak, Şefkat” başlıklı 195’inci sayısı (2005). İki, zoolojiyle insanbilimi buluşturmuş Desmond Morris’in, başlığını yukarıda işlerliğe soktuğumuz güzel kitabı “İnsanat Bahçesi” (İnkılâp, 1992). Ve üç, yazımızın başlığına ilham oluşturan, Tom Regan’ın hayvan haklarını çarpıcı bir üslupla gündeme getirdiği kitabı, “Kafesler Boşalsın” (İletişim, 2007).



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları