Erinç Yeldan

Döviz Krizinin Yapısal Nedenleri ve TCMB

29 Ocak 2014 Çarşamba

Amerikan Doları’nın fiyatı pazarı pazartesiye bağlayan gece yarısı 2.40 TL’ye çıktı. Deyim yerindeyse, “paniğe kapılan” TC Merkez Bankası geleneksel olmayan para politikası araçlarına bir yenisini ekledi: Acil ve istisnai bir “ara Para Politikası Kurulu” (PPK) toplantısı düzenlemek ve kurulun alacağı kararları gün içinde değil, gece 24.00’te açıklamak. Dolayısıyla bu satırlar kaleme alınırken TCMB’nin olası kararları üzerine spekülatif stratejiler geliştirilme sürmekte idi. Okuyucular bu sabah gazeteyi ele aldıklarında artık TCMB’nin kararlarını öğrenmiş olacaklar.
TCMB’nin ezoterik sözcük oyunları ve iktisat yazınının renkli metaforlarıyla bezeli para politikası karar metinleri artık “piyasa oyuncuları” ile merkez bankaları arasında mistik bir söz oyununa dönüştü. (Öyle ya, zaten nicedir kumarhane masasında kâğıtlar karılmış, milyarlarca doların nereye konuşlanacağı bir oyun söz konusu). Para politikası, artık merkez bankalarının bir teknisyenlik güç alanı forumuna dönüştürülmüş durumda. Sanki antikçağda kâhinlerin her konuşmasında duruma göre birden fazla anlam çıkartılabilen mitolojik kehanet sözcükleriyle karşı karşıyayız. “Piyasa merkez bankasını anlamıyor” oyununda, oyunun şifresini çözebilen gerçek teknisyenler de var; gün boyu ekran başında ya da internette “tweet” faaliyetiyle kehanet zincirini çözmemize yardımcı oluyorlar.
Oysa diğer yanda her şey olabildiğince “şeffaf”; Merkez Bankası’nın her adımı anında piyasa “oyuncularına” ulaştırılmakta; banka zaten “bağımsız”, “güvenilir” ve “fundamentallerimiz sağlam”... Ve zaten cari işlemler açığı finanse edildiği sürece sorun da yok...

***

Artık ciddiyetin yitirildiği noktadayız. Ama gene de bir toparlama çabasında bulunalım: Krizin yapısal koşulları ile tetikleyici unsurlarını birbirinden ayırmamız gerekmektedir. Türkiye’de bir döviz krizinin yapısal koşulları son on yılda izlenen politikalarda döşenmiştir. Krizin hangi koşullarda, hangi piyasada ve hangi tarihte ortaya çıkacağı krizi tetikleyen unsurlara bağlıydı; ve nitekim de öyle oldu.
Türkiye’de bir döviz krizinin yapısal koşulları 2000’li yıllar boyunca izlenen spekülatif büyüme modelinde yatmaktadır. Bu model, uluslararası piyasalarda dövizin bolluğuna ve faizlerin düşüklüğüne dayanarak döviz kurunda ucuzlamayı öngören ve sürdürülemez nitelikte dışa bağımlı bir büyüme ivmesi yaratmıştır. Ancak bir yandan da dış açık (cari işlemler açığı) tehdidi ile birlikte Türkiye ekonomisini kırılgan ve istikrarsız bir yapıya büründürmüştür. Döviz kurlarında son iki haftadır gözlenen pahalılaşma Türkiye’de son on yılda uygulanmış olan bu tür dış borç yaratıcı ve dışa bağımlı spekülatif büyüme modelinin yarattığı kırılganlıkların doğrudan sonucudur. Bu süreçte, 17 Aralık sonrasında yaşanan iç siyasi gerginlikler veya Suriye ve Mısır üzerinden bölgemizde yaşanan uluslararası güvenlik sorunları veya Amerikan Merkez Bankası’nın (Fed’in) miktar kolaylaştırması programını terk etmeye başlayacağı ve uluslararası piyasalarda döviz bolluğunun sona ereceği (faizlerin yükselmeye başlayacağı) endişeleri hepsi birer tetikleyici unsurdur.
Söz konusu yapısal kırılganlıkları görmezden gelerek krizi tetikleyen unsurları “faiz lobisi” diye adlandırılan bir düşmanın komplolarına bağlamaya çalışma çabası, ekonomi idaresinin sorumlulukları üzerinden atma ve dikkatleri sorunların özünden saptırma uğraşından ibarettir.

***

Bu konuyu işleyen görüşlerimiz bundan yaklaşık altı buçuk sene önce, 24 Mayıs 2006 tarihli Ekonomi Politik’te şu şekilde yer almış idi:
“Türkiye’nin küresel krizi bankacılık sistemi üzerinden değil, finans dışı şirketlerin üretim, ithalat finansmanı ve işsizlik sorunları aracılığıyla yaşaması olasılığı yüksektir. Zira 2003 sonrası dönemde Türkiye’nin uluslararası ekonomiyle olan ilişkilerinin ana aktörleri ‘bankacılık kesiminden’ ziyade, ‘reel üretici şirketler ve hanehalkları’ olmuştur. Bu süreç içerisinde finans-dışı şirketlerin ve hanehalklarının aşırı derecede ithalat ve dış borçlanma bağımlılığı içine sürüklenmesi, ulusal ekonomik dengelerde önemli bir kırılganlık kaynağı oluşturmuştu.
Türkiye’de (döviz kurunda pahalılaşma yaşanması durumunda...) aşırı dış borç içine sürüklenmiş bulunan şirketler ve hanehalklarının finansal dengeleri hızla bozulmaya itilecek ve reel sektörde önce küçük ve orta boy işletmelerden başlayan iflaslar, yan sanayilerin çökmesi ve yaygın işsizlik ile derinleşen bir reel sektör krizi yaşanabilecektir. Reel sektörün intibak mekanizmaları, finans sektörüne göre görece daha yavaş ancak daha kalıcı ve derin olduğu için, bu tür bir kriz tetiklendiğinde krizin biçimi, sözgelimi 2001’de olduğu gibi ani bir çöküş biçiminde değil, zamana yayılmış uzun süreli bir durgunluk şeklinde tezahür edebilir.
Bu tür bir kriz olgusu geleneksel kriz biçimlerinden farklı olarak, gelişmekte olan piyasa ekonomilerinde doğrudan reel sektörden kaynaklanan bir üçüncü nesil kriz biçiminin yapısal koşullarının oluşmakta olduğunu belirtmektedir. Türkiye’nin de aralarında bulunduğu yüksek cari açık veren ve yüksek dış borç taşıyan ülkelerin böylesi bir tarihsel dönemeçte olduğu görülmektedir”.
Krizin ilk dönemlerinde ulusal ekonomimizin verdiği tepkileri alfabe harfleriyle betimlemek çok modaydı. Anımsayacaksınız, o günlerde kriz ve toparlanma değişik biçimlerde; ani bir çıkış “V”, daha yavaş çıkış “U”, takılıp kalma “L”, inişli çıkışlı hareketlenme “W” gibi karakterler zinciriyle birbirine bağlanıyordu.
O günlerde Kanal B’de Ortak Çözüm programında bir araya geldiğimiz, program yapımcısı sevgili dostumuz Tevfik Kızgınkaya, kriz sürecini W’dan da öte, bir testerenin dişleri gibi sert ve keskin mini dalgalanmalar olarak yorumlamaktaydı. Testerenin dişleri artık reel sektörü kesmeye başladı.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları