Kemal Kılıçdaroğlu

03 Şubat 2014 Pazartesi

‘Bizde Dreyfus Çok Ama Emile Zola Yok…’

CHP Genel Başkanı bu sözleri söylemiş, internette okudum. Yayın organlarımızdan neden duymadığımı bilemiyorum, çünkü çok önemli sözler.
500 avukatın yargıç ve savcı olup görev yerlerinin açıklanması törenini görünce Dreyfus olayı aklıma geldi. Acaba hukuk fakülteleri eğitimleri sırasında bu olayı inceliyorlar mıydı? Belki de artık unutulmuştur diye ben genç yargıçların ve savcıların dikkatine sunmak istiyorum.
Albert Dreyfus başarılı bir Fransız subayıdır. 1894 yılında bir ihbarla el yazısıyla yazılmış bir mektup nedeniyle Almanlar hesabına casusluk yapmakla suçlanır. Başka bir kanıt olmadığı halde askeri mahkemece suçlu bulunur. 1894 yılında askerlerin ve halkın önünde rütbeleri sökülür, kılıcı kırılır. Dreyfus suçsuz olduğunu her aşamada söylese de etkisi olmaz. Bu arada Dreyfus’un suçluluğu konusunda kuşkular doğar, fakat dikkate alınmaz.
Her şeyin bittiği sanıldığı zamanda ünlü Fransız yazarı Emile Zola, zamanın etkili gazetesi L’Aurore’da cumhurbaşkanına hitap eden bir mektup yazar: “J’accuse - İtham ediyorum.” Gazete, birinci sayfasında bu başlığı taşıyan mektubu yayımlar ve mektup bomba gibi patlar.
Fransa’nın gururu olan Emile Zola, bir romancı, bir yazar, bütün ününü ortaya koyarak suçlanmış bir subayı savunmaktadır. Üstelik de bu subay Yahudi asıllıdır. Fransız aydınları Zola’yı destekleyen bir bildiri yayımlarlar. Olay büyür. Bu arada, el yazısıyla yazılan mektubun Dreyfus’a ait olmadığı başka bir subaya, binbaşı Esterhazy’e ait olduğu ortaya çıkar. Dreyfus gene de aklanmaz. Uzun çabalardan sonra 1906 yılında, olaydan 12 yıl sonra Dreyfus davası yeniden görülerek beraatla biter, rütbesi ve kılıcı geri verilir.
Dreyfus olayı budur.
Emile Zola da budur. Emil Zola, sadece güçlü bir roman yazarı değildir. Döneminin ahlakıdır, vicdanıdır, gerçek bir şövalyesidir. Bu da bilinsin.

***

Genç yargıçlar, genç savcılar:
Yargıçlar, geçmişte söylendiği gibi vicdanlarıyla cüzdanları arasında sıkışmazlar.
Yargıçlar ve savcılar, vicdanlarıyla siyaset arasında da sıkışmazlar.
Yargıçlar ve savcılar, ahlak ve vicdan demek olan adalet için, yalnız adalet için, sadece adalet için çalışırlar.
Adalet, hukuk kuralları içine sıkıştırılmış uygulamalar demek değildir.
O kurallar, o uygulamalar adaletin dışında da kullanılmıştır. Siyaset için kullanılmıştır, ideoloji için kullanılmıştır, iktidar için kullanılmıştır, zorbalık için kullanılmıştır, para için kullanılmıştır.
Ama adaleti, kendisinden başka hiçbir şey için kullanamazsınız.
İlk göreve başladığınız zaman idealleriniz vardır. Sonra ideallerinizle yaşamanın zor olduğunu anlamaya başlayanlar, günlük hayatın realiteleri virajından saparlar.
Bu sapma her türlü etkiye açık bir alana giden yoldur. Orada görevini koruma, yükselme, “herkesin öyle yaptığı” yollu kendini haklı görme mekanizmaları devreye girer. Böylece idealler aşınır ve düzenle uzlaşılır. Bu uzlaşma ya da ideolojik bütünleşme adaletin yerine gelmesi açısından büyük riskler alanıdır. İdealist yargıç, idealist savcı, kendi yalnızlığını taşımakta zorlandığı zaman ödünler vermeye başlar.
Aslında yalnızlaşan adalettir. Dreyfus’lar böylece suçlanır. Böyle savcılar tarafından suçlanır, böyle yargıçlar tarafından suçlu bulunur ve hapsedilir. Dreyfus Şeytan Adası’nda hapsedilmiş ve beraat etmesi üzerine oradan getirilmiştir.
Eğer o davanın savcıları ve yargıçları adaletten sapmasalardı, Emie Zola’ya da gerek kalmayacaktı.
Şimdi, adaletin olmayışını da aşalım, insan hayatı gibi tartışılmayacak bir hakkı göz göre göre ortadan kaldırılan Prof. Fatih Hilmioğlu’nun durumuna bakalım.
Neden hâlâ hapishanede?
Neden tedavi altında değil, neden dışarda değil?
Eğer biz onun hayatını kurtaramıyorsak;
Hastaneleriniz ne işe yarıyor?
Adalet saraylarınız ne yapıyor?
Hekimlerinizin işlevi ne?
Hukukçularınız neye yarıyor?
Bizim Emile Zola’larımız nerede?
Nerede? Neredeler?
Biz nasıl yaşıyoruz?
Biz ne için yaşıyoruz?
Soruyorum?...  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Istakozun intikamı! 22 Nisan 2024
Özeleştiri?... 8 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları