‘Hepimizin ödülüdür Sinfoniyetta’

28 Ekim 2015 Çarşamba

1“Allegro Assai”

Paris’te 2015 yılı uluslararası “Laiklik” ödülü bana verildi ama hissiyatım şudur: Bu ödül aslında tüm laik Türk insanlarına verildi. Cumhuriyet Türkiye’sinin attığı pozitif adımlara verildi.

Ben bir parçasıyım.

Ödülü sizler, hepiniz kazandınız.

Bu bir bütündür.

Fazıl Say’ın ve dünyadaki tüm Türk müzisyenlerin varolması için 1930’larda kurulan kurumların, konservatuvarların, orkestraların var olması gerekiyordu. Bu uzun vadeli, ileri görüşlü düşünceler Cumhuriyetimizi kuran Atatürk ve arkadaşlarını bir kere daha haklı çıkardı. Beni eğiten hocalarım, onları eğiten hocaları, kuşaktan kuşağa aktarılan bilgi ve müzik donanımı.

Her konuda böyle değil mi?

Mesele dünya yarışında varolmaktır.

Düşünün Polonyalı besteci Chopin’in, Fransız besteci Debussy’nin dünya müziğine katkılarını.

Dünyadaki “piyano müziğinin gelişimine katkılarını”.

Bu katkılara hizmet eden bizim de çok değerli piyanistlerimiz, bu bestecileri çok iyi yorumlayan virtüözlerimiz oldu kuşaklar boyunca.

Bizim de dünya müziğine katkı ekleyen bestecilerimiz oldu.

Saygun gibi. Erkin gibi. Baran gibi.

Dünyadaki “piyano müziği”ne Türkiye’den bir ses, bir tını, bir ritim kattılar hep.

(Biliyorum, sizin de kafanıza bir soru takıldı şu an, “halkla bütünleşmek” konusu, biraz değineceğim, bu yazımda.)

***

Hatırlıyorum, 11-12 yaşlarımda Ulvi Cemal Erkin’in piyano parçalarından “Beş Damla”yı çalışıyordum.

Düşünün, “Beş Damla” 1937’de bestelenmiş. Ulvi Cemal Erkin bu eserini bestelediğinde daha 30 yaşındaymış, yurtdışındaki eğitimi bitmiş Ankara’ya yeni yerleşmiş, Atatürk önderliğinde daha yeni kurulmuş olan devlet konservatuvarında daha yeni hoca olmuştu.

Gencecik bir müzisyen. Tutkuyla sevdiği eşi -müthiş piyanist - Ferhunde Hanım ile daha yeni tanışmışlardı. Büyük bir aşk yaşıyorlardı.

İşte “Beş Damla” bu aşkın ürünüdür.

Ulvi Cemal Erkin 1972 yılında, 65 yaşındayken hayatını kaybetti. Aradan bir 10 yıl daha geçti. Ben 12 yaşımdaydım, yıl 1982, “Beş Damla” eserini çalışıyordum. O zamanlarda artık yaşlanmış, emekliye ayrılmış değerli hocamız Ferhunde Hanım’ın evine bir kere gittim, özel ders aldım, ona “Beş Damla”yı çaldım.

O eserin nasıl çalınacağını anlattı bana... Saatlerce...

Sevdiği kocası Ulvi Cemal Bey’i andı. Hayallere daldı bazen. Balkonda sigara içti. Piyanoya oturdu:

“Böyle çalardı” diye gösterdi karşısındaki çocuğa. Daha çok sevdi o an. Bir şeyi daha çok sevdi. Daha severek müzik yaptı. Ankara’da Emek Mahallesi’nde bir sitenin 8. katındaki o ev müziğe katkı ile yoğrulmuş bir aşk doluydu.

Dert doluydu.

Nota kâğıdı doluydu.

***

(Coda)

Kim aldı sizce laiklik ödülünü? Sadece Fazıl mı? Yoksa, Ferhunde Hanım, Ulvi Cemal Bey de bu ödülü almış olabilirler mi?

Dertler laik...

Aşk laik...

Nota kâğıtları da laik...

Paylaşmak laik...

Bu bir bütündür.

Mesele insanlığa bir şey kazandırmak, insanlık duvarına naçizane bir şeyler ekleyebilmektir.

Çalışmak ve üretmektir.

Bizler bu bilinçteyiz. Bizler bu bilinç ile yetiştirildik. Tarih, bizim emeklerimizi boşa çıkarmayacaktır.

***

2; Scherzo;

Ayrı bir konu, şaka ile karışık bir interlude;

Dün akşam Paris’teki törene katılmayan diplomatlar hakkında konuşmak doğru olmaz.

Artık kızmaktan ziyade “acımak” hissi daha hâkim onlarla ilgili.

Diyecek çok bir şey yok.

Onların yaptığı bir “seçim”dir! Tercihtir!

Yani bu scherzo da baya “mi bemol minör” gibi bir şey oldu. Kısa! Kısa ve öz!

(İsterse editör şu andaki Paris büyükelçisinin fotoğrafını bassın sayfaya, ben adını bilmiyorum, ama korkuları olduğunu biliyorum

***

3; Ağır bölüm; Adagietto;

...

Madem dertleşmeye başladık...

Şu, demin, “açalım” dediğimiz konuya biraz dalalım.

Bakın, yıllarca Türk beşleri için (mesela Erkin, Saygun) halka uzak denildi hep.

Düşünüyorum...

Cemal Reşit Rey mesela, müziği ile “İstanbul sabahlarının renklerini” anlattı durdu. Bilir miydiniz?

Soruya dönelim.

Şöyle soralım:

Halka uzak olan ne? İstanbul’un renkleri mi uzak?

Bu müziğin nesi uzak? Niye uzak? Emek, sevgi ve kültür olduğu için mi uzak?

Tını mı uzak? (En çetrefil kısmı, oraya da geleceğiz).

Asıl bizim melodilerimiz, asıl bizim Türk ritimlerimiz bu bestecilerimizin müziğinde sarmalanmıştır.

Burada aslında ulaştıramama, tanıtamama dertleri de yığılmış, besteciler ile toplum arasında.

Sıkıntı büyük.

Bakın, anlatılsa size, belki her şey değişecek. Ulaşacak.

Tekrar soralım:

“Kim” bizim müziğimiz? Arabesk mi? Akil adamlar mı? Sarraf’ın eşi Ebru Gündeş mi? Sezen Aksu mu? Popçular mı? Türkçe sözlü hafif Batı müziği mi?

Rock grupları mı barlarda ki? Hepsi mi?

“Hepsi” deyip haklı çıkın, peki, ama orada durun! Çünkü aslında “hepsini” almadınız, sorun kendinize: Bu listede yıllarca gerçek bestecileriniz neden yoktu?

Cemal Reşit Rey’deki İstanbul renkleri size ”uzak” ise peki kardeşim size yakın olan ne? Şanhay’ın renkleri mi? Stockholm sabahları mı? Medine renkleri mi?

Houston geceleri mi?

Size yakın olan ne?

“Bu müziklerin hepsi mi” diye sordum. Hayır, hepsi değil maalesef... Gerçek besteciler maalesef es geçildi. Kültür hep çiğnendi. Uzatılan eller tutulmadı. “Snob” dendi, “Elitist” dendi. Olmadı.

Neden Ulvi Cemal Erkin’den daha fazla Sezen? Neden Sezen’in uzattığı -eğitimsiz ve geri- ya da dünya müziğine “etik katkı” sağlamayan -ama bir şeyleri sezen- eli hep tutuldu da, bir Ulvi Cemal Erkin’in size uzattığı, o katkı ve aşk dolu eli neden bir kere olsun tutulmuyor? Neden?

Ferhunde Hanım, Ankara Emek Mahallesi’ndeki sitede mütevazı 8. kattaki dairesinde anılara dalmış sigarasını içerken daha mı az Türk’tü?

***

Düşünüp durdum yıllarca... Açıklamak isterim hiçbir zaman da hakikatte filanca kişiyi eleştirmedim, bu toplumun yanlış yönlendirilmesini eleştiriyorum. Bazen isimler geçiyor yazılarımda, bir sebebi var, yazı müziği hatırlatsın, tını ve tınılar okurken canlansın içinizde.

Herhalde “yine” anlatamamışımdır. Sezen’i, sezemeyeni, hafif müziği, “daha hafif” hatta “en hafif” müziği sevenler de kırılmış olabilirler bana, yapacak bir şey yok. Ben bu sorularımı değiştiremiyorum çünkü... “Anlatamıyorum”. Yolu yok.

4- Finale

Benim aklım ve benliğim Chopin’den Ferhunde Hanım’a süregelen bu “insanın müziğine doğal katkısı” ile -biraz fazla- meşgul, kafada tınılar (hep tınılar).

Sonuçta, “etik bir konu” bu, şu “bizim müziğimiz” dediğiniz -benim kulağımda- “başarısız Türk popu-tınısını” dinlediğim anda, işte beynim bana sormadan bir küskünlük, bir “yılgı” yaratıyor.

Bir uyuşma hatta.

Dostlarım bilir.

Tersi olsun isterdim, olmuyor.

Ah o tınılar ...

Benlik sürükleniyor, her seferinde o sevmediği tınıyı komple reddediyor.

İstemiyor. Gayret ediyorum bazen onu razı edebilmek için ama olmuyor.

Bu bir sistem, bu bir konsept çünkü.

“Tını dünyası” acımasız.

Anlatabiliyor muyum?

-Bana da bu müşkül durumu açıklaması kalıyor.

- Dostlarım bilir çektiğim bu tuhaf sıkıntıyı.

Ben aracıyım aslında.

Belki “laiklik” aslında özgürlüğe “aracı” olmaktır.

Belki “özgürlük” aslında, kendini unutup bu dünyaya, bu insanlığa adanmış olmaktır.

Bir şeye katkı sağlamak, ne güzel şeydir. İçinde aşk olan katkı.

Bir inançtır müzik. “Ne satar, ne tutar” diye sormadan Müziğe inanarak. Yeterlidir.

***

Neyse, ödüle, tören gecesine dönelim:

Törenle ilgili anıma gelince: Hayatımda ilk kez yazdığım bir metni bakarak okudum. Heyecanlı bir andı. Ankara, Suruç, Charlie Hebdo ve diğer tüm terörist saldırılarında hayatını kaybedenler için “Kara Toprak” çaldığımda, müzik insani değer kazandı. Teşekkürler çağdaş Türk insanına.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Gideon Klein 28 Eylül 2016
Büyük çaresizlik 13 Ocak 2016

Günün Köşe Yazıları