Hikmet Çetinkaya

İmparator...

31 Ekim 2015 Cumartesi

Öfke, kin, nefret, ötekileştirme duygularının sarmalındayız...
Üzerine çullanma, vurup kırma, efelenme...
Dalga dalga yayılıyor toplumun her kesiminde.
Son günlerde yaşadıklarımız, sevgisizliğin gölgesinde yaşanan acımasızlık, düşmanlık...
Ezenler, ezilenler...
Zalimler, mağdurlar!
Öfkeyle yatıp, öfkeyle kalkanlar!
Zamanın fitilinden, bombaları patlatanlar, dinden imandan söz edenler, toplumu ayrıştıranlar.
Halka karşı zalimi koruyup kollayanlar, çocuklarımızı öldürenler, Ankara Garı önünde 100 insanımızın bedenlerini parçalayanlar.
Bize yasımızı tutturmayanlar...
Sürekli haykırıyorum bu yüzden:
“Umutlarımızı çalamayacaksınız! Bizi korkutamayacaksınız! Direncimizi kıramayacaksınız!...”

***

Yarın 1 Kasım...
Yasımızı tutarken, yurttaş olarak sandığa gidip oyumuzu kullanacağız...
Acılarımızla yaşamın sığ sularında değil derinliklerinde dolaşacağız.
Ülkemiz için, geleceğimiz için, çocuklarımız için...
Yasımızı tutalım, acılarımızı paylaşalım...
Bir mavi gök altında yürüyelim...
Şair Zbigniew Herbert’in dizelerini hep birlikte okuyalım:
“Bir zamanlar bir imparator vardı.
Gözleri sarıydı, dişleri yırtıcı.
Heykeller, polislerle dolu bir sarayda yaşardı.
Yapayalnız.
Çığlık çığlığa uyurdu geceleri. Kimse sevmezdi onu.
Oysa en çok avcılığı ve terörü severdi.
Ama resim çektirirken çocuklar ve çiçeklerle poz verirdi.
Ölünce, kimse cesaret edemedi portrelerini kaldırmaya.
Bir bakın hâlâ maskı duruyor evinizde.”

***

Gün ışıdığında maviler giymiş göğün altında dolaşırken yaşadıklarımızı, yaşayacaklarımızı düşünüyorum.
Zaman, beni tarihin derinliklerine çekiyor ansızın...
Herbert’ten öyküler dinliyorum...
Şairin dizelerinde mitolojinin bana öğrettiklerini...
“Önce gece ve fırtına tanrısı vardı, gözsüz, kara bir put; kana bulanmış, üryan önünde sıçrayıp duruyorlardı.
Sonra cumhuriyet döneminde, pek çok tanrı oldu, karıları, çocukları, gıcırdayan somyaları, zarar vermeden patlayan yıldırımlarıyla...”

***

Herbert, acımasızlığı anlatıyor bana, yaşananları dünü ve bugünü...
Nasıl da kin ve nefret tohumlarını güzelim coğrafyaya serptiklerini.
El konulan gazeteye polislerle giren kayyum, gazetecilerle toplantı yaparken, bir muhabirin, “Özgürlüğümüz kısıtlı, her yer polis dolu, ben nasıl özgürce haber yazacağım” dediğinde olup bitenleri:
“Adın ne senin?”
Adını bir kâğıda yazıyor ve polislere dönüyor:
“Atın bunu dışarı!”
Demek ki Herbert’in dizeleri gerçek olmuş...
Barbarlar gelmiş hiç farkında olmadan!
Sadece nevrotikler ceplerinde tuzdan heykelcikleri oradan oraya taşımışlar imparatorun isteğiyle...
Ve verilen buyruğu yerine getirmiş sarayın polisleri...

***

Şair Herbert, 1924 Lwow doğumlu. İkinci Dünya Savaşı’nda Polonya Direniş Hareketi’ne katılıp Nazilere karşı savaştı. Krakow, Torun ve Varşova üniversitelerinde hukuk, ekonomi, felsefe okudu.
Çağdaş Polonya şiirinin “ikinci öncü” kuşağının ustalarından olan Herbert, tarihle şimdiki zaman arasındaki korkunç benzerlikleri ele alırken “tarihin tekerrür” olmadığının bilincindedir.
Şairler, yazarlar tarihten yararlanır.
Yazarken tarihten yararlanmak yaşadığı çağa daha nesnel, kaygılı bakmasını sağlar.
En irkitice insan yaşantıları, dengeli bir duyarlık içinde acılı bir ırmağa dönüşür...
Bu ırmak duygudur, sevgidir, aşktır, barıştır, kardeşlik...
Bir çığlık, duyarlılıktır!
İşte o şiirdir!
“Ey deniz, ben de senin gibiyim düzenli sesle dolu içim/ Ve yılları çağırırlar şarkılar söyleyen gemilerim.”  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018
Hoşça kal hüzün... 6 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları