Emperyalizmde Geçen Hafta

25 Şubat 2013 Pazartesi

Geçenlerde bir “entelektüel” liberal “Anti-emperyalizm, milliyetçiliğin kibarcasıdır” demiş. Bu ilginç saptama iki yoruma açılıyor.
Birinci yorum; artık kapitalizm değişti, emperyalist (bir ülkenin başka ülkelerin yönetimlerini, ekonomilerini, askeri müdahaleye gerek kalmadan, finansal-diplomatik şantajlarla, satın alınmış yerel işbirlikçilerle yönlendirme) eğilimlerini, devletler arası egemenlik bağımlılık ilişkilerini, eşitsiz gelişme dinamiklerini aştı; emperyalizm tarihe karıştı diyor. Öyleyse olmayan bir şeye karşı çıkmaya çalışmak ya bir tür deliliktir ya da milliyetçiliğin
müstehcenliğini örtmeye çalışan bir incir yaprağı.
İkinci olasılık;
emperyalizm var, Lenin’in emperyalizme ilişkin, tekelcilikten, piyasa, kaynak rekabetinden kaynaklanan, yönlendirme, denetleme, ilhak eğilimi, sömürü saptamaları; Fanon’un deyimiyle “öteki’nin ulusal mekânda iktidarı” olgusu hâlâ geçerlidir, ama bunlara karşı çıkmak müstehcendir, milliyetçilik olarak mahkûm edilmelidir; bugün esas olan emperyalizme işbirliği yapmaktır, diyor.
Irak ve Afganistan işgalleri bir yana, finansal krizle birlikte gerek solda, gerekse de muhafazakâr kanatta yoğunlaşan, benim de kısmen burada aktarmaya çalıştığım tartışmalar, emperyalizmin ortadan kalkmış olması bir yana
“jeopolitiğin” geri geldiğine, diğer bir deyişle arazi, kaynak ve kaynaklara ulaşım yollarının, piyasa mekanizmalarının ötesinde, doğrudan denetimine verilen önemin arttığını, klasik sömürgecilik eğilimlerinin, yeni şekillenmeler sergileyerek geri gelmeye başladığını gösteriyor.
Demiryolu ‘savaşları’
On dokuzuncu yüzyılın son çeyreğindeki klasik emperyalizm dönemine bakınca büyük güçlerin, yeni toprakları açmak, pazarlara, kaynaklara ulaşmak için gelişmekte olan ülkelerin, sömürgelerin topraklarında hummalı bir demiryolu yapma yarışına girmiş olduğunu görüyoruz. Benzer bir durum bugün de söz konusu.
ABD,
“Yeni İpek Yolu” projesi adı altında Özbekistan, Tacikistan, Türkmenistan gibi Orta Asya ülkelerinin ulusal tren yolu ağlarını Afganistan ve İran tren yolu ağlarına bağlayacak, NATO’nun kullandığı “Kuzey Dağıtım Sistemi” demiryolu ağını genişletecek 2 bin kilometrelik yeni bir demiryolu projesi planlıyor. Çin de ulusal demiryolu ağını, Orta Asya ülkelerinin demiryolu ağlarıyla birleştirecek biçimde genişletiyor.
Bu iki ülke, bölgede bir demiryolu inşa yarışına girmeye hazırlanırken Rusya’daki
Moskova Stratejik Kültür Vakfı analistleri, bu iki projenin, Rusya’nın bölgedeki etkisini zayıflatmayı amaçladığını, yeni bir “demiryolu savaşı” yaratabileceğini düşünüyorlar. Moskovalı analistlere göre Çin, büyük mali kaynak gerektirecek bu projeyle Kırgızistan ve diğer Orta Asya ülkelerindeki hammadde kaynakları üzerinde önemli imtiyazlar elde etmeyi amaçlıyor. Bu analistler ABD ve Çin’in bölgede Rusya’ya karşı işbirliği yaptıklarını, Rusya’nın kendi demiryolu projelerini geliştirmeye başlaması gerektiğine inanıyorlar. (Eurasia Daily Monitor, 19/02)
Times’ın eski diplomatik editörlerinden
Michael Binyon’un, İngiltere’nin etkili düşünce kuruluşlarından Chatam House’ın yayımladığı World Today’in şubat sayısındaki yorumunun konusunu da dünyanın en önemli üretim merkezlerinden bir haline gelen Çin’in, mallarını Avrupa pazarlarına ulaştırmak, yeni doğal kaynaklar edinmek için “eski ipek yolunu”, demiryolu olarak canlandırmayı amaçlayan projesi oluşturuyordu. Bu “yeni ipek yolu” Tayland, Burma, Hindistan, Pakistan, İran, Türkiye üzerinden Avrupa’ya ulaşacak. Bu bağlamda Marmaray tüneli, Rusya dışında Asya’yı Avrupa’ya bağlayan tek geçiş noktası olacağından olağanüstü stratejik önem kazanıyor. Tren yolunun geçeceği İran gibi ülkelerin siyasi gelecekleri de...
Toprak, doğal kaynak \tkapma yarışı\t
Neredeyse tamamen hidrokarbon tüketimine dayalı bir kapitalizmin krizinin finansal kriz döneminde, karşımızda aslında bir değil, üç kriz olduğunu çok daha iyi görebiliyoruz: Kapitalizmin yapısal (kâr oranlarına, buradan kaynaklanan kapasite fazlası talep yetersizliği sorununa ilişkin) krizi, enerji krizi, gıda ve su krizi. Yükselen güçlerle, halen egemen güçler, yeni talep kaynaklarına (piyasalara), su ve gıda havzalarına, enerji/ kıymetli mineral kaynaklarına ulaşmak için yarışıyorlar. Bu yarış, gelişmekte olan ülkelerin toprakları üzerinde yaşandığından yeni çatışma alanları, askeri müdahale olanakları üretiyor. Bu güçlerden birinin kazanımları öbürlerini kaygılandırıyor.
Geçen hafta,
Financial Times’ın aktardığına göre, Çin’in kendi toprakları dışında (gelişmekte olan ülkelerde-E.Y) ürettiği petrol miktarı, Kuveyt ve Birleşik Emirlik gibi OPEC üyesi ülkelerin kapasitesine ulaşmış. Bu hızlı artışın arkasında Çin şirketlerinin, 2009’dan bu yana 92 milyar dolara ulaşan yatırımları (sermaye ihracı –EY) yoluyla şirket edinimleri yatıyor.
The New York Times’daki bir yorumda da yazarlar nedense, Grönland’ın Çin’e ait olmadığını anlatmaya çalışıyorlardı (20/12). Bu çabanın arkasında, önemli bir uranyum ihracatçısına dönüşme olasılığı, güneyinde kıymetli mineral yatakları, büyük gaz ve petrol rezervleri olan 57 bin nüfuslu, Danimarka’ya bağlı adaya, Çin sermayesinin, 3 bin kişilik bir Çinli uzman ve işgücüyle birlikte girmeye başlaması yatıyordu.
Son olarak
Der Spiegel’in kısa bir haberini aktarmak istiyorum: Spiegel, yabancı yatırımcıların, özelde ülkelerinde, genelde dünyada hızla yükselen gıda talebine paralel, “III. Dünya” ülkelerinde çok büyük çaplı tarım arazileri satın aldıklarını ya da uzun süreli olarak kiraladıklarını aktarıyordu. Spiegel’e göre, bu tarım arazileri edinimleri yerli halkın gereksinimlerini göz önüne almayan yeni bir sömürgecilik biçimini oluşturuyor.
Alman medyasına değinmişken
Anne Will’in ARD kanalında, 20 Şubat’ta yayımlanan mali krizle ilgili tartışma programında yaşananları aktararak bitirelim.
Sol Parti’den
Sahra Wagenknecht, Yunanistan’ın yaşadığı krizde, Alman bankalarının sorumluluklarını (sermaye ihracını) anımsatınca, Sosyal Demokrat Parti’den Sigmar Gabriel, “Biz o zaman bu kredileri kolaylaştırmasaydık, bugün portföyünüz beş paralık olmuştu” demiş. Sigmar Gabriel, “Hayır krize bunlar neden olmadı” demiyor, bu günkü refah düzeyinizi o sermaye ihracına borçlusunuz diyor. Bu da benim aklıma, 19. yüzyılın son çeyreğinde bir gün, Cecil Rhodes’in İngiltere’de mecliste bir konuşmasındaki “Beyler, içerde toplumsal devrim istemiyorsanız emperyalizmi kabulleneceksiniz” sözlerini getirdi...
Kimi aklının istikrarını kaybetmiş tipler,
“emperyalizm geride kaldı” savıyla, “işbirliği yapmak gerekir” müstehcenliği arasında çürümeye devam ededursunlar, yalnızca son bir haftanın haberleri bile kapitalizmin kendini aşmak bir yana, geriye adeta 19. yüzyılın sonunda sergilediği biçimlere dönmeye başladığını düşündürüyor.

\n


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları