Lichtenstein'la savaş ve aşk

05 Nisan 2013 Cuma

Türkiye odaklı kitap fuarına hazırlanan Londra’ya, milli etkinliklerden önce geldim. Londra’da hava buz. Soluğunuz ha dondu ha donacak. Türkiye’nin sıcak gündemiyle tam bir çelişki içinde… Müzeler cankurtaran… British Museum’da Pompei ve Herculaneum antik kentlerinden buluntular; Royal Academy of Arts’ta gelmiş geçmiş belki de en büyük retrospektif Manet sergisi, önünde kuyruklar uzayan mekânlar… Ama kentteki en “popüler” sergi hiç kuşkusuz Tate Modern’deki Lichtenstein sergisi…
‘Sanat hakkında sanat’
Pop art sanatının baş “
oyuncularından” olan Roy Lichtenstein (1923-1997) için, ölümünden sonra ilk kez düzenlenen çok geniş kapsamlı retrospektif sergi, sanatçının tüm evrelerini, öfkesini, isyanını, araştırmalarını, eleştirisini, öteki ressamlara bakışını ve ölümüne dek geçirdiği tüm evreleri kapsıyor. Serginin düzenlenişi, netliği, açıklığı, yalınlığı ve sanatçıyı bütüncül olarak ele alışı mükemmel!
Andy Warhol, Claes Oldenburg gibi Amerikan pop sanatçılarının arasında Lichtenstein’ın yeri ayrı. Onun ayrıcalığı “yüksek sanatı, sanki ucuz sanatmış gibi yeniden sunması!”
Beni en heyecanlandıran bölüm “
Sanat hakkında sanat” bölümü oldu. Burada sanatçının Picasso, Matisse, Mondrian gibi sanatçılarla ama aynı zamanda geçmişle de sanat tarihiyle de bir diyaloğa giriyor. Hayran olduğu ressamların eserleri üzerine parodiler üretiyor.
Aynalar, gölgeler
Lichtenstein, daha 60’larda soyut dışavurumcu akımdan uzaklaşıp kendi biçemini yaratıyor. Amerikan pop kültürünün imgelerini tuvale taşıyor. Çizgi romanlar, fotoromanlar, Miki Fare… Telefondan ev aletlerine, endüstri tasarımları, ilanların, reklamların dili… Güncel nesneler, satış katalogları… Bunları resimlerine katarak amansız bir eleştiri getiriyor. Tüketim yarışına başkaldırıyor… Kadına ve erkeğe yüklenen rolleri sorguluyor. Konuşma balonları içine yerleştirdiği sözcüklerle klişelere meydan okuyor. “İdeal kadın”, “ideal erkek” yetmezmiş gibi savaşı da idealize eden anlayışa karşı çıkıyor. Birini vuran jetlerde ateşi, bombaları, canlı renkler dışında dev sözcüklerle donatıp suratımıza atıyor…
Bütün bunlardan sonra, benekler, çizgilerden sonra aynalarda kendisine bakıyor. Kendisine tuttuğu aynada, bizler de kendimizi görüyoruz. Aynalarla gölgeler, çizgilerle benekler, renklerle siyah-beyazlar arasında gidip gelirken, onca bildik, onca tanıdık, onca aşina olduğumuz imgeleri, bu arada aşk ve savaş imgelerini de sorgularken buluyoruz kendimizi!

Şirin Pancaroğlu’yla dünyalar arasında
Önceki akşam Londra’nın gözde Kültür Merkezi Kings Place’de konser salonundaydım. Salon ağzına dek dolu. Koca sahnede Şirin Pancaroğlu ve harp. Resital. Onun deyişiyle “uçuk” benim deyişimle “çılgın” bir program… Adı üzerinde “dünyalar arasında
İspanyol besteci Mudarra (16. yüzyıl) ile Mevlevi Mistik Derviş Mustafa’ya (17. yüzyıl)… Çağdaş İngiliz besteci Benjamin Britten’den gepegenç Türk besteci Barış Perker’e (d.1980) ve hocası Hasan Uçarsu’ya (1965)… Albeniz’den Piazola’ya… Birbirinden onca farklı dünyalarda, her birinde sanki kendi yuvasındaymış gibi var olabilen Şirin Pancaroğlu… Ancak en bilge, en duyarlı, en sahici sanatçıların sağlayabileceği bir içtenlik, bir ustalık, bir özgünlük… Bunlara bir de araştırmacı, denemeci, risk almaya korkmayan özelliklerini eklemesi… Konser salonundaki ahşap kaplamadan yola çıkarak “Meşe Ağacı” adlı doğaçlama eseri…
Bütün bunlar Londralılara eşsiz bir konser ziyafeti yaşattı.

\n\n


Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları