O kuduğum Kitaplar

09 Mayıs 2013 Perşembe

Emrah Polat Yüzler’de üç erkek kahramanın “9 Nisan 2010 Cuma” günü yaşadıklarını anlatırken onların 12 Eylül askeri darbesi ile hayat hikâyelerinin nasıl değişip yeni kişilikler kazandıklarını gözler önüne seriyor. Nazım, Arif ve Orhan’ın ayrı ayrı gelişen öyküleri ortak bir sonla noktalanıyor.

Yüzler’in (Mart 2013, Sel Yay.) önemli bir özelliği olarak “Ankara romanı” olması belirtiliyor. “Bilenlerin çok sevdiği, diğerlerinin hiç anlamadığı kendine has dokusu, atmosferi, dışardan donmuş gibi görünen ritmi, sokakları ve yokuşlarıyla, Seyranbağları, Mamak, Ulus, Türközü’yle Ankara’nın ve ona has karakterlerin öyküsü” deniyor arka kapakta. Ankara’da doğmuş, hayatının önemli bölümünü Ankara’da geçirip hep İstanbul’u özlemiş biri olarak kuşkusuz bu satırlar beni romanı okumaya çağırıyor. Son on beş – yirmi yılda Ankara dışarıdan bakanların kolayca kavrayamayacağı bir hal aldı. Başkent olmanın, memur kenti olmanın “dışardan donmuş gibi görünen ritmi” sürerken, bir yanda iktidarın ve hiç değişmeyecek belediye başkanı sayesinde şehrin üzerine çöken muhafazakâr hava diğer yanda zenginliğinin kaynağını hiçbir şekilde açıklayamayacağınız lüks arabalı, jeep’li bürokratların doldurduğu hemen her sokak arasında rastladığınız meyhaneler, barlar, pavyonlar...

Emrah Polat’ın kahramanları Ankara’nın bu kesitinden. Onları Grek müzikleri çalan, Girit mutfağı sunan bir balıkçı lokantasında tanıyoruz. Emrah Polat Ankara’yı mahalle, sokak hatta kapı numarasıyla somutlamakla kalmıyor kahramanlarını da aynı somutlukla tanıtıyor. 2010’un Ankarası’nda arka sokaklarda nasıl bir yaşam olduğu gözümüzde canlanıyor.

Nazım Çetin 1981 Ankara doğumlu, Gazi Üniversitesi İşletme Bölümü’nü bitirmiş. Büyük bir bankada çalışırken 2008 krizi ile işten atılınca Arif Binali’nin insan kaynakları şirketi Ankon’da çalışmaya başlamış. Nazım’ın 12 Eylül’le ilişkisi “hatırı sayılır sol çevreden” olan babası Ruhi’den dolayı. Darbeden sonra, daha Nazım annesinin karnındayken, örgüt tarafından yurtdışına kaçırılan Ruhi’nin son sözleri “En kısa zamanda döneceğim” olmuş ve bir daha kendisinden haber alınamamış. Babasının tek faydası Ankon’a işe girerken olmuş. Arif, babasının işini sorduktan sonra “Anladım” deyip hemen Nazım’ı işe almış.

Arif, “Maraş Katliamını protesto etmek için 2 Ocak 1978’de Ziraat Bankası Küçükesat şubesini soydukları gerekçesiyle Seyranbağları’ndan dokuz arkadaşıyla cezaevine girmiş.” 4 yıl 5 ay hapis kaldıktan sonra tahliye olup önce askere gitmiş, sonra ODTÜ Psikoloji Bölümü’nde okumuş. Mensubu olduğu siyasetin Merkez Komitesi üyelerinden Cezmi ile karşılaşıp onun yönettiği çokuluslu insan kaynakları şirketinin Ankara temsilcisi olması ile hayatı değişiyor. Bize tanıtıldığı tarihte kendi şirketinin başında. Arif’le Nazım’ın gittikleri Gelidonya Restoran’ın garsonu Orhan üçüncü kahraman. Orhan’la Arif hapishaneden arkadaş. Şiddete, kaba güce eğilimli. Hapishane günlerinde hayatında en büyük saplantısı “İstanbul’dan kaçırıp Mamak’ta bir gecekonduda tuttuğu sevgilisi Nazan”. Orhan o gün, birkaç saat önce işini kaybetmiş. Gelidonya’ya bu kez müşteri olarak gelip Arif ve Nazım’la buluşuyor.

Emrah Polat, üç karakterin “9 Nisan 2010 Cuma” günü yaşadıklarını anlatırken geri dönüşlerle hem o akşama gelene dek yaşadıkları önemli anları hikâyeleştiriyor hem de onları karakter olarak zenginleştiriyor. Bir yandan da romana yeni karakterle katılıyor.

Emrah Polat iyi bir anlatıcı. Kolayca hüzünle boğulabilecek hikâyeleri ironik ve neşeli bir anlatımla yazıya döküyor. Akıcı bir anlatımı var. Anlatmayı seviyor. Kurgusal sıkıntı da sanırım anlatmayı sevmesinden kaynaklanıyor. Kahramanların bir gününden geçmişe dönerek romanı kurmak ilk defa rastladığımız bir kurgu değil. Üstelik Emrah Polat, oldukça avantür bir sona doğru bizi hazırladığını hissettirerek merak unsurunu son sayfaya dek korumayı da bilmiş. Ama geçmişten öyküler anlatırken demin sözünü ettiğim “anlatmayı sevmekten” kaynaklanan yapısal bir sorun oluşmuş romanda. Hikâyeler uzayıp, ağır basmakla kalmıyor, içlerinden yeni hikâyeler de çıkıyor. Sonunda hikâyelerin toplamı romanın önüne geçiyor. Romanın ana yapısından kopuyoruz, ilgimiz dağılıyor.

Yüzler 12 Eylül Darbesi’nin insanları nasıl derinden etkileyip değiştirdiğini anlatırken aslında daha önce yayınlanmış birçok roman, hikâyede anlatılanlara ve tabii dönemi yaşayanların anılarında anlattıklarına yeni bir şey katmıyor. 12 Eylül öncesi devrim için canını vermeye hazır birçok eylemcinin darbe sonrasında hızla değişip dönemin ruhuna uyduğu, “başarılı” birer işadamı olduğu malum. Bunların tekrar tekrar anlatılmasında bir sakınca yok. O nedenle Yüzler’de bu öykülerin yeni bir kurguyla tekrar edilmesi de eleştiriyi gerektirmiyor. İnsan unutan bir mahluktur, tekrarlarda fayda var. Tartışmalı olan romanın arka kapağında belirtildiği gibi bu bukalemunların “Hayata karşı mağlup olmuş ya da baştan kaybetmiş insanlar” sayılıp sayılmayacağı. Bence, onlar değil ilkelerine, inançlarına bağlı kalanlar kaybetti.

Sahtekar

Damon Galgut Sahtekâr’da gündelik hayattan, kentin karmaşasından kaçıp şiir yazmak için bir kasabaya sığınan ve orada hayatın gerçekliğini yaşayan bir “Issız Adam” öyküsü anlatıyor. Adam Napier yirmi yıldır çalıştığı işini, ardından da kredi borcunu ödeyemeyip evini kaybedince Johanesburg’u terk edip ağabeyinin küçük bir kasabadaki unutulmaya terk edilmiş köhne evine yerleşir. Niyeti gençlik çağlarında bıraktığı şiire dönmektir. Büyük kentte şiirinin sesini kaybettiğini düşünmektedir. “Tabiattan çocuksu bir yalınlıkla söz edebilmek”tir amacı. Taşranın masumluğunda, kendisiyle hesaplaşacak, doğayla barışacak, çocukluğunda bıraktığı masumiyeti tekrar yakalayıp dizelere dökecektir.

Sahtekâr’ın (Ocak 2013, çev. Duygu Akın, Yapı Kredi yay.) daha ilk sayfalarında Adam’ın bu niyetinin kolayca hayata geçemeyeceğini anlarız. Kasabaya giderken “Dur” tabelasında durmadın diye durduran polis kısa bir konuşma sonrasında rüşvet karşılığı ağır para cezasından vazgeçmeye razı olacaktır.

Adam’ı “taşranın masumiyeti” hayallerinden çekip çıkartan eski okul arkadaşı Canning olur. Adam, Canning’i hemen hiç hatırlamaz ama kendini çok yalnız hissettiğinden ve yapacak daha iyi bir şeyi olmadığından “sahtekâr”ca davranıp onu ve birlikte yaşadıklarını söylediği anılarını hatırlamış gibi yapar. Hafta sonlarını Canning’in babadan kalma, şimdi işlemeyen av hayvanları çiftliğinde geçirmeye başlarlar. Her şeyleriyle birbirine tamamen zıt bu iki adam arasında garip bir dostluk kurulur.

Canning niyetinin babasının planlarını hayata geçirmek ve av hayvanları çiftliğini yaşatmak olduğunu söyler. Ama ilerleyen sayfalarda imar planında yapılacak bir değişiklikle av hayvanları çiftliğinin lüks bir golf kulübüne çevrildikten sonra batırılacağını anlatır Canning. Bu yolla çok zengin birilerinin kara paraları aklanacaktır. Canning de kendi çapında bir “sahtekâr”dır.

Hafta sonu buluşmalarında Adam ve Canning’e eşlik eden tek kişi olan Canning’in “siyah seksi” karısı Baby iki adam arasında hem gerilimli bir aşk üçgeni oluşmasını sağlar hem de “sahtekâr”lık üçgenini tamamlar. Baby’nin adı dahil hayatına dair her şey sahtedir.

Damon Galgut bir yandan “Issız Adam” öyküsünü geliştirirken bir yandan da bize çok tanıdık gelen ticari ilişkileri anlatıyor. Apartheid sonrası Özgür Güney Afrika idealinin arkasında neler yaşandığını görüyoruz. Talan ve yağma ekonomisini sömürgeci eski zenginler, yeni Güney Afrika’da güç sahibi olmuş siyahlar birlikte oluşturuyorlar. Bilindiği gibi vahşi kapitalizmin ırkı da yok, dini de... Çıkarlar söz konusu olduğunda tüm taraflar birleşebiliyor. En büyük payı kapmak gerektiğinde kardeşler bile birbirine düşman olabiliyor.

Damon Galgut iyi bir anlatıcı. Sert ve sade cümlelerle, sakin ama oldukça şiirsel bir anlatımla ustaca kurmuş romanını. Sahtekâr birden çok katmanda gelişen iyi bir roman. Varoluş sorunlarından, dostluk, aşk, ihanet gibi insan ilişkilerinin temel meselelerine uzanırken bir yandan da sıkı bir sistem eleştirisi yapıp uluslararası kapitalizmi ve “ülke ruhu”nu da sorguluyor.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Ara Güler Müzesi 5 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları