‘Onu çay ve fındık toplayarak büyüttüm’

28 Kasım 2015 Cumartesi

Erdem Gül’ün ak saçlı annesinin gözyaşları arasında söylediği bu sözler hep kulaklarımda: “Onu çay ve fındık toplayarak büyüttüm!”
Aah… Ah… Ne denir başka?
Hak yok. Hukuk yok. Özgürlükler hak getire yok. Basın özgürlüğünün esamisi yok… O nedenle lafa hak, hukuk, özgürlüklerden girmiyorum… Ama insaf! İnsanlık denli eski bir kavram “vicdan”…
O da mı artık yok? Vicdan da mı kalmadı? Türkiye’nin vicdanı da bu kadar kuruyup köreldi mi?

‘Tek kişilik hukuk’
Gazetemiz Genel Yayın Yönetmeni Sevgili Can Dündar ve Ankara temsilcimiz Erdem Gül’ün tutuklanmasının ardından içimi gene en çok yakan saptamalardan birini, eski meslektaşımız, CHP Genel Başkan Yardımcısı Enis Berberoğlu yaptı.
“Bu ülkede hukukun üstünlüğü değil, üstünlerin hukuku vardı...” diye söze giren Enis şöyle devam etti:
“Ama bugün artık o üstünlerin hukuku da kalmadı. Tek bir kişinin hukuku kaldı. O kişi adeta kuş avlar gibi, armut toplar gibi, düşmanlarını, muhalefeti, özgür düşünceyi hedef alıyor. Tek tek avlıyor. Bizse gözüne far ışığı tutulmuş, fener ışığı tutulmuş tavşanlar gibi felç olmuş halde seyrediyoruz. Tek tek kurbanlarımızı sayıyoruz. Tek tek onların acılarını yaşıyoruz, yaşatmaya çalışıyoruz.”
Zamanında genel yayın yönetmenliği yapmış yılların gazetecisi ve halen ana muhalefet partisi genel başkan yardımcısı olan bir kişi, yaşadığımız dramı; “gözüne far ışığı tutulmuş tavşanlar gibi, felç olmuş halde seyrediyoruz” diyerek tanımlıyor.
Bir toplum adına bundan daha acı ne olabilir?
“Gözüne far ışığı tutulmuş tavşan gibi tek tek kurbanları saymak” sendromu nasıl bu kadar içselleştirildi?
Muhalefeti, gazetecileri ve aydınlarıyla nasıl bu denli kanıksandı?
Başka vesilelerle önce de yazdım…
Vaktiyle “paranoya” diye küçümsenen “Tehlikenin farkında mısınız?” manşetlerini bu gazetede attığımız günlerden beri ben kendimi yazgısı değiştirilemeyen bir büyük Kırmızı Pazartesi romanı içinde hissediyorum.
Gabriel Garcia Marquez’in ünlü romanı Kırmızı Pazartesi, herkesin önden bildiği, haber aldığı, ancak önlemek adına hiçbir şey yapmadığı/yapamadığı bir cinayeti konu alır.
Roman karakterleri, ipleri adeta başkalarının elinde olan kuklalar gibidirler.
Yazgılarını kendi ellerine alıp bir türlü değiştiremezler.
Bahis konusu cinayeti kimin ve ne zaman işleyeceğini bilirler.
Seçilen kurbanı da gayet iyi tanırlar.
Ama olayların akışını değiştirmeye; kâh neme lazımcılıktan, kâh pısırıklıktan/kadercilikten güçleri yetmez...

Tarihin dalga boyu
Eski Yunan tragedyalarında da böyledir.
Tanrıların öfkesi bir defa insanların üzerine yağmaya görsün; değiştirilmez olduğu varsayılan kader “ağlarını” kaçınılmaz biçimde örer ve seyircilerin önden bildikleri “dramatik son” mutlaka tecelli eder.
Klasik Yunan tragedyalarının tüm öyküleri bu şablon üzerine kuruludur.
Biz bugün işte bu kertede ilkel bir insanlık konumu içindeyiz...
Ergenekon’dan bu yana yaşadığımız tüm tragedyalar; göstere göstere önden anonslanarak geliyor. Ve biz bir doğa afeti karşısında kalan ilkçağ insanlarının çaresizliği içinde hiçbir önlem alamıyoruz; üstümüze üstümüze ağır çekim gelen dev tsunami dalgalarını önleyemiyoruz.
Bu kez karşımıza çıkan üstüne üstlük yalnız bir Can Dündar ve Erdem Gül tsunamisi de değil…
Rusya’sı ve Suriye’si, büyük güçleriyle tarihin büyük dalga boyu altında kalmak tehdidiyle karşı karşıya Türkiye.
Zaman “tırsmış tavşan sendromundan” çıkmak zamanı!
 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Kılıçdaroğlu vakası 14 Nisan 2024
31 Mart’ın bahsi 7 Nisan 2024

Günün Köşe Yazıları