Nedim Gürsel

Erdoğan'ın Türkiye'sinde düşünce özgürlüğü

09 Aralık 2015 Çarşamba

Türk komünist şair ve yirminci yüzyıl edebiyatının en önemli şahsiyetlerinden Nâzım Hikmet, hayatının en güzel yıllarını Anadolu hapishanelerinde geçirdikten sonra, sürgünde öldü. Eleştirel gerçekçi akımın öncüsü Sabahattin Ali, tek parti yönetimine karşı çıktığı için gizli polis tarafından öldürüldü.

Türkiye’nin yakın tarihini belirleyen askeri darbelerin ardından tutuklanan, hapise atılan, işkenceden geçirilen aydın, yazar ve sanatçıların sayısı bile belli değil. Onlar muhalif olmanın ve düşünce özgürlüğünü savunmanın bedelini çok ağır ödediler.

Bu baskıdan, çok az da olsa, payımı aldığımı söyleyebilirim. Roman yazdığım için, yalnızca bunun için, biri askerî olmak üzere üç kez yargıç karşısına çıktım. Ve son olarak Cumhuriyet gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ve Ankara temsilcisi Erdem Gül, Gazetecilik yaptıkları için, yalnızca bunun için tutuklandılar.

 

Gerçeği paylaşma ‘suçu’!

Yazar, gazeteci ve önemli belgesellere imza atmış Can Dündar, geçen mayıs ayında ‘Devlet Sırrı’ olarak nitelendirilen bir olayı gündeme getirip yayımlamıştı: Türk İstihbarat Servisi tarafından büyük olasılıkla Suriye Türkmenler’ine gönderilen silâh ve mühimmat.

Bazıları bu silahların IŞİD’e gönderildiğini de yazdılar. O zamandan bu yana, Türkiye koalisyon saflarında yerini aldı; ama Suriye politikası hâlâ yeterince saydam değil. Herkesin bildiği bir gerçeği kamuoyuyla paylaşmak, gerçek bir demokraside suç değildir. Can Dündar ve Erdem Gül, gazeteci olarak üzerlerine düşeni yaptılar, ama Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın hışım ve intikamından kurtulamadılar. ‘Devlet Sırrı’ olarak nitelendirilen gerçek, ‘Devlet Yalanı’ olarak günyüzüne çıkmış oldu böylece. Çünkü Devlet, Suriye’ye gönderilenin, insanî yardım olduğunu defalarca tekrarlamıştı. İki gazeteci, ‘casusluk’ suçlamasıyla tutuklanıp hapse atıldılar. Çünkü her şeyi bilen ve her yerde görünen Cumhurbaşkanı, bu ‘Yaptıklarını yanlarında bırakmayacağını’ tehditkâr bir üslûpla açıklamıştı. Ne yazık ki Türkiye’de artık bir hukuk devleti kalmamıştır. Yargı siyasi iktidardan bağımsız değildir. Hükümetin medya üzerindeki baskıları kabul edilemez bir noktaya varmıştır.

Cumhurbaşkanı, halkın ne yemesi, ne içmesi gerektiğine karar vermekle yetinmeyerek, ne okuyup ne okumayacağına, hangi haberi öğrenip, hangisini öğrenemeyeceğine de karar verebilmektedir. Muhaliflerden iktidarına, tam bir boyun eğme beklemektedir. Bu durumda, her şeyi kendisi bildiğine göre, bağımsız düşünceye de artık gerek kalmamaktadır. Çoğulculuk, özgür düşünebilme hakkı ve eylemi, büyük ölçüde kısıtlanmış, hatta Can Dündar ve Erdem Gül örneğinde olduğu gibi alenen yok edilmiştir.

 

Anayasayı kendi çiğniyor

Cumhurbaşkanı, koruması ve kollaması gereken anayasayı her gün bizzat kendisi çiğniyor. Amacı, en büyük özlemi, hatta siyasî hırsı, Meclis’te gerekli çoğunluğu sağlayarak, bu anayasayı referandum yoluyla değiştirip, yerine başkanlık sistemini getirecek bir başka anayasa koymaktır.

Türkiye hâlâ AB’ye aday bir ülke. Önümüzdeki günlerde AB ile ilişkilerden sorumlu bakan, 17’nci faslı açmak amacıyla Brüksel’e gelecek. Bu olumlu bir gelişme sayılabilir. Çünkü Avrupa perspektifi olmadan, Türkiye’de demokrasinin gelişmesi pek mümkün görünmüyor. Türkiye, özgürlüklerin kısıtlandığı, tek adam tarafından yönetilen bir ülke olma durumunda. Bu nedenle Can Dündar ve Erdem Gül’ün tutukluluk durumlarının kaldırılma mücadelesi, büyük önem taşıyor. Onlara her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.

Hapse girmeden önce, Dündar ‘Ne kahraman, ne de casus’ değil, ‘gazeteci’ olduklarını söylemişti. Gazetecilerin tutuklandığı bir ülkede, düşünce ve haber alma özgürlüğünden söz edilemez.

[email protected]



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları