Erinç Yeldan

Sanayi Olmadan...

26 Şubat 2014 Çarşamba

Türkiye gerek ekonomik, gerekse siyasi ve hukuksal sisteminde şiddetli bir krize sürüklenmiş durumda. Bir yanda dış açığının (cari işlemler açığı) yarattığı “devalüasyonist” ve enflasyonist baskılar; diğer yanda katılımcı demokrasi kazanımlarının önemli bir parçası olan sivil toplum örgütlerini ve hukukun üstünlüğü ilkesini yaşama geçirme konusundaki yetersizliği, Türkiye’yi 21. yüzyılın bu ikinci on yıllık döneminde orta gelir demokrasi tuzağında bir toplumsal dengeye hapsediyor.
Söz konusu kırılmanın önemli bir boyutu ulusal gelirin sektörel yapısındaki dönüşümlerde gözlenmektedir. Türkiye’de yatırım ve kaynak dağılımı giderek reel üretici sektörlerden hizmetler sektörlerine kaymakta ve sanayinin ivme kaybetmesine yol açmaktadır. Bütün bu süreçlerin nihai sonucu sanayi, ulusal ekonomi içindeki konumunu sürekli olarak yitiren bir görünümdedir. Geçen haftaki yazımızda sunduğumuz resmi verileri anımsayacak olursak: İmalat sanayinin milli gelir içindeki payı 1998’den bu yana düzenli gerilemekte; ve 2013’ün üçünce çeyreği itibarıyla da yüzde 15.5’e düşmüş olduğu izlenmektedir. Bu göreceli gerilemeye koşut olarak, sanayi istihdamı da son derece cılız hareket etmektedir. 2008’den bu yana sanayi istihdamındaki artış söz konusu dönemde yaşanan istihdam artışının sadece yüzde 8’ini oluşturmaktadır. Üretim ve istihdamda yaşanmakta olan göreceli gerileme, sektörün üretkenlik kayıplarından da izlenmektedir. TÜİK verilerine göre sanayi sektöründeki işçi başına üretkenlik 2009’dan bu yana yerinde saymaktadır.
Sanayi sektörünün özellikle 2001 krizi sonrasında yatay ve dikey ara malı bağlantılarında yaşanan tahribata bağlı olarak, özellikle ithalata bağımlı bir yapıya yöneltilmiş olduğu bu köşede sıklıkla ifade edilmiş idi. Bu tespit, sanayinin özellikle dış ticaret politikalarındaki yönelimlerin bir yansıması olarak öne çıkmaktadır. Yurtdışından gelen kaynakların içermekte olduğu “yatırım” sözcüğüne karşın, söz konusu kavramdan anlaşılması gereken olgu, doğrudan sermaye yatırımlarında anılan sabit sermaye yatırımları değil; çoğunlukla kısa dönemli ve özünde aşırı oynaklıklar barındıran finansal yatırımlardır. İktisat yazını spekülatif sermaye girişlerine dayalı bu tür istikrarsız ve sürdürülemez nitelikli büyüme deneyimlerini spekülatifyönlü büyüme kavramıyla karşılamaktadır. Spekülatif-yönlü büyüme modeli Türkiye’de yatırım ve kaynak dağılımının giderek reel üretici sektörlerden, hizmet sektörlerine kaymasına ve sanayinin ivme kaybetmesine yol açmaktadır.
Finansal spekülasyona dayalı birikim rejimi kapitalizmin yeni-küreselleşme dalgasının belki de en önemli eksenini oluşturmaktadır. Ancak ulus-ötesi sermaye, trilyonlarca dolarlık (sanal) fonları konut veya petrol, gıda ve benzeri emtia piyasalarında spekülatif köpükler yaratmak suretiyle çoğaltmaya ve sanayi birikiminde karşılaştığı tıkanıklıkları aşmaya çalışırken, sermayenin hiper birikim gereksinimleri açık diktatörlüğe dönüşen (ve siyasal bilimciler tarafından “demokrasi açığı” diye adlandırılan) baskıcı siyasi rejimlerin önkoşullarını yaratmaktadır.
Türkiye’nin de bir parçası olduğu bu süreçte, geç kapitalistleşen ülkeler açısından sanayileşmenin daha henüz olgunlaşmadan hizmet ağırlıklı sektörlere geçiş çabaları, bir dizi sosyal/kurumsal sorunu da beraberinde getirmektedir. Zira sanayileşmenin aslında bir modernleşme projesi olduğu hatırdan çıkartılmamalıdır.

***

Tarihsel olarak bakıldığında, modernite süreciyle birlikte endüstriyel ilişkilerin çerçevelediği toplusözleşme sürecine dayalı kitle örgütleri olarak sendikalar, meslek odaları, üretici birlikleri ve benzeri sivil toplum örgütleri ile birlikte aslında katılımcı demokrasinin kurumları olgunlaşmış sanayi toplumlarında yeşerebilmektedir. Türkiye benzeri gelişmekte olan ülkelerde sanayileşme aşamasını tamamlamadan, ulusal gelire göreceli olarak gerilemeye dönüşmesi, sanayileşme ile anılan bir dizi demokratik kitle örgütünün kurumsal olarak olgunlaşamaması sonucunu da beraberinde getirmektedir.
20. yüzyılın son çeyreğinden başlayan sanayiden uzaklaşma olgusu, sadece bir ekonomik yatırım öncelikleri meselesi değil, aynı zamanda katılımcı ve aktif demokratik örgütlerin gelişimini geciktiren ve demokrasi açığının ortaya çıkmasına neden olan bir süreç olarak görülmektedir. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’de de yaşamakta olduğumuz demokratik kurumların çökertilmesi sorununun, sanayisizleşme ve teknolojide dışa bağımlı hizmetleşme sorunlarıyla birlikte ele alınması gerekli gözükmektedir
İstihdam biçimleri formel sanayi üretiminden koptukça ve daha çok küçük ve taşeronlaştırılmış hizmetler sektörüne kaydıkça, modern sanayi toplumuna özgü sivil demokratik kitle örgütlenme biçimlerinin de yıprandığı ve parçalı bir yapıya büründüğü görülmektedir. Siyaset bilimleri yazınında “demokrasi açığı” diye betimlenen bu sürecin, Türkiye benzeri gelişmekte olan “piyasa ekonomilerinde” geç-sanayileşmenin ve sanayileşmesini olgunlaştıramadan hizmetler ara sektörlerine hızlı geçişin bir yansıması olarak değerlendirilmelidir.
Ulusal tasarruflar olmadan ulusal sanayi; ulusal sanayi olmadan da katılımcı demokrasinin kurumları var olamayacaktır.   



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları