‘Öldürdüğüm adam’, kimin çocuğuydu?

08 Şubat 2016 Pazartesi

Sankt Georg Avusturya Lisesi’nin son sınıfında okuduğum sırada, yıl sonu oyunu olarak Fransız yazar, şair ve oyun yazarı Maurice Rostand’ın “Öldürdüğüm Adam” (“L’homme que j’ai tué”) adlı eseri seçilmişti. Hatırladığım kadarıyla epey başarılı bir temsil oldu. Oyunun savaş ve ayrımcılık karşıtı mesajını ise aradan altmış yıla yakın bir zaman geçmiş olmasına rağmen hiç unutmadım; o yıllar boyunca dünyada ve ülkemde olup bitenler, buna fırsat tanımadı.

Bir günah çıkartmanın hikâyesi…
M. Rostand’ın 1921 yılında kaleme almış olduğu aynı adlı romandan kendisinin oyunlaştırmış olduğu metin, Birinci Dünya Savaşı’na katılmış genç bir Fransız askerinin bir tür günah çıkartışı diye de nitelendirilebilir. Savaş sırasında kendi yaşlarında genç bir Alman askerini vurup öldürmüş olmanın şokunu atlatamayan Fransız, eylemini şöyle nitelendirir: “Benimkisi, gerçi bütün dünyanın bağışladığı, fakat insanın iç dünyasının derinliklerinde kendi kendisine karşı asla bağışlayamayacağı bir cinayetti.” Bu türden eylemler bütün dünyada onaylandığı, dahası yüceltildiği için, yeryüzünde hiçbir yargı makamı onu bu cinayetinden aklayamayacaktır. Genç Fransız, bu duyguyu şöyle dile getirir: “...ve beni bağışlayan Tanrı’nın kendisi olsaydı bile, onun da bunu yapma hakkının bulunmadığını düşünürdüm…” Günah çıkartması konusunda ise dünyaya satırları ile şöyle seslenir: “Bunu yapmamın amacı günahlarımdan arınmak değil, fakat beni kişiliğimin şimdiki bütün zavallılığı içersinde tanımanızı sağlamaktır.
Oyundaki anlatıcının kendisi de cephede ağır yaralanmıştır. Askeri hastanede kendine geldiğinde, olup bitenleri bütün açıklığı ile hatırlar ve o andan başlayarak sadece eyleminin acı veren düşüncesiyle yaşar. Öldürdüğü askerin kolundan aldığı bir bilezikte “Herman von Hölderlin” adı yazılıdır. Bu isim ve Alman askerinin vurulduğu tarih olan 12 Ekim 1915, artık genç Fransızın belleğine kazınmıştır. Hele cephede, kendisini görmeyen Alman askerini vurduktan sonra kurbanının yanına gittiğinde içinde kopan fırtınaları hiç unutmaz. Önünde uzanmış yatan gencecik delikanlı, savaşsız bir dünyada ancak dostu olabilecek biridir!

Ve bir ‘kefaret’in umarsızlığı…
Anlatıcı, savaş bittikten üç yıl sonra Almanya’ya gider, bilezikteki adın yardımıyla öldürdüğü gencin ailesini bulur. Annesine, babasına ve nişanlısına kendini oğullarının yakın bir dostu olarak tanıtır. Ailenin ısrarıyla bir süre onlara konuk olur. Ancak o ortamda vicdan azabı giderek dayanılmaz hale gelir ve bir akşam gerçek kimliğini öldürdüğü gencin ailesine açıklar. Herkesin gözü, anneye çevrilmiştir. Oğlunun “katiline” en şiddetli tepkiyi elbette o verecektir.
Oyun, annenin sessizliği bıçak gibi kesen şu cümlesiyle sonlanır: Ben kendimi o yıllar boyunca hep savaşta evlatlarını kaybeden Fransız analarına, hiçbir şeylerini yitirmemiş Alman analarından çok daha yakın hissettim …”
Ve ışıklar söner …
Sahi, savaşlarda ölen bütün o gençler, gerçekte kimlerin çocuklarıdır?  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları