Olaylar Ve Görüşler

Hakkâri'den mektup var

24 Şubat 2016 Çarşamba

Uçağım birazdan Yüksekova’dan havalanıp Zap’ın kollarından kurtulacak, Geverok Vadisi’nden, Ciloların Reşko Doruğu’ndan, Sümbül Dağı’ndan süzülerek yaklaşık iki buçuk saat sonra İstanbul’a iniş yapmış olacak. Kabataş İskelesi’nden Mudanya’ya varmam da neredeyse iki saatimi alacak. Sabırsızlanıyorum.

Ömrümün bir yılını işte böylece Hakkâri’de geçirmiş, mesleğimle ve öğrencilerimle kucaklaşacak olmanın ilk heyecanını da bu şehirde duymuş oldum. Aylar önce derin bir korku ve şaşkınlıkla geldiğim bu yerden, o sıralar sandığımın aksine ne bir mermi yarasıyla ne de onarılmaz gönül kırgınlıklarıyla dönüyorum. Bavulumda biraz kaçak tütün, biraz safranlı çay şekeri var. Yirmi üçüncü yaşımda bugün, yeni bir dille düşünürken yakalıyorum kendimi, kendime gülüyorum.

Burada küçük bir ev tuttum, tek penceresi meşhur Cengiz Topel Caddesi’ne bakıyor. Haftada en azından bir sefer, penceremin önünde oturup gün boyunca bu caddeyi ağzım açık izliyorum. Hele ki elektrik de kesilmişse zaten yapılacak en cazip şey, o gün için bu oluyor. Toplumsal olaylara müdahale araçlarının önünde ara sokaklara kaçışan çocuklara bakıp kendi öğrencilerimi seçmeye çalışıyorum. Limon yiyorum tuza banıp, çekirdek çitleyerek seyreden komşularım da var. Dışarıdaki gürültü bir şeyler okuyarak, bir şeyler dinleyerek vakit geçirmemize asla izin vermiyor. Yan komşum Çilem Hoca, bülbül tükürüğü bebek battaniyeleri ördü; süt mavi ile mürdüm rengi. İmrendim; ben oldum olası beceremem bu işleri.

Evde mutlaka makarna ve su bulunduruyorum. Tuhaf fakat günlerce ekmeğe veya içme suyuna ulaşmak için sokakların durgunlaşmasını, kepenklerin açılmasını beklemek zorunda kalabiliyor insan. Söz konusu zamanlara maazallah dışarıda da yakalanabilirsin. O durumda adamın canını ciğerini yakan biber gazı bulutları arasında mümkün olduğunca az soluyarak, sığınabileceğin en yakın yere doğru mümkün olduğunca hızlı koşacaksın. Başını kollayacaksın taştan, sopadan, gaz kapsüllerinden. Ansızın herhangi bir yerinde duyduğun sızıyla vurulduğunu zannedip kendini küt diye yere atmayacaksın, avaz avaz bağırmayacaksın. Muhtemelen plastik mermidir; kendine güldürmeyeceksin.

Tabii, ben bunları hep şu bir yılda öğrendim. Kuşlara üzüldüğüm oldu, mevsimlere de gücendim. Kış boyu yerden kalkmayan karın üstünde yürümek ince işmiş mesela, bunu düşe kalkabildim. Hatta bir keresinde enikonu sövüp saydım bile. Sonra yaşamanın türlü adabı var kızım dedim, adap öğreneceksin. Burada yaşamanın adabını erkânını nihayet yürüdüğüm kaldırımdan oluk oluk kan akarken öğrendim.

Öğrencilerime isimleriyle hitap edebilmem çok zaman aldı. Lezgin’e mezgit diye seslendiğim oldu, Mizgin’e de bir tek zılgıt demediğim kaldı. Bir gün bilmem nasıl bir gafletle kürsüde Fuzuli okumaya dalmışken, Lezgin başını sırasından kaldırıp “Hocam” dedi, “bu ders karpuza döndü.” Öğrencimin aslında kâbus demeye çalıştığını anladığım o gün, tüm sınıfı bahçeye çıkarıp onlarla bir güzel halay çektim. İşte bu halaydan kopup Nevroz halayımızda bize omuz veremeyen öğrencim Mehdi, o gün dağları mesken tuttu. Hemen ardından Velat, sonra Neçirvan, Baver, Şirvan... Hepsi gittiler. Bazen var gücümle ama en doğru telaffuzlarıyla bağırıp isimlerini, hepsini son bir kez daha çağırmak istiyorum. Hepsini, mutlak bir barışı özlediğim kadar çok özlüyorum.

Bu yıl Şemdinli’ye yaptığım bir gezi sırasında Bağlar Köyü’ne, buradaki halkın deyimiyle Nehri’ye uğrama fırsatı buldum. Kelat ve Kayme Saraylarını gezdim. Seyyid Tâhâ ve amcası Seyyid Abdullah’ın türbelerinin bulunduğu tepeye tırmanırken mezarlıkta yalınayak saklambaç oynayan çocuklar ilgimi çekti. Koşup oynarken bir taraftan da ellerindeki uçkunları kemiriyorlardı. Yanlarına gidip, henüz sadece çocuklarla konuşmaya cesaret edebildiğim Kürtçemle biraz sohbet etmek istedim. Öğretmen olduğumu anlayınca beni alelacele az ilerdeki köy okuluna götürdüler. Okul tek odadan yani küçücük bir derslikten ibaretti. Bahçesindeki dut ağacına bağlı iki cılız at vardı. Uzun uzun konuştuk, atlardan ve çocuk oyunlarından bahsettik.

Nehri’nin bir avuç öğrencisi, kendilerine o gün sorduğum tüm Türkçe bilmeceleri biraz ipucu yardımıyla doğru yanıtladılar. Bana yönelttikleri bilmeceyse, sonraları hep içimi burktu. “Apê min tê ji deştê, barek strî li piştê.” Anlayamadım. Yarım yamalak Türkçeye çevirdiler. Dağdan amcamız geliyor, dediler. Sırtındaki yükler dikendir hoca, dediler. Ürperdim. Başımı kaldırıp karşı tepelere baktım, hiçbir şey düşünemedim o an. Bilmiyordum. Yollar daha çok uzuyordu, giderek uzaklaşıyordum sanki her şeyden. Düşüyordum; derine, daha derine. Çocuklar yanı başımda kıkırdayıp duruyordu. Bilmiyordum, neredeyse ağlayacaktım. Evet, hüngür hüngür ağlamak geliyordu içimden. Utanıyordum. Korkuyordum. Kirpi hoca, kirpidir, diye bağrışmaya başladılar. Sesleri giderek birbirine karışıyordu, koca bir uğultuya dönüşüyordu her şey. Gülümsemeye çalıştım. Kirpi dedim, sustum. Schopenhauer’ın şu ünlü kirpi metaforu geldi aklıma; birlikte ısınmaya çabalasak canımız acıyor, uzak düşsek üşüyoruz. Mutedil bir mesafe acaba daha ne kadar uzakta?

Uçağa çağrılıyoruz. Sözün kısası, çetin bir yıl geçirdim ve bütün dağ türkülerini oturup yeniden dinledim. Dağdan kasıt buralarmış, zordan kasıt hep yabanlıkmış. Gurbet dedikleri ta şura, sıla dedikleri işte oraymış. Şimdi babamın elini tutup o sevdiğimiz türküyü mırıldanarak tüm Bursa’yı adım adım yeniden dolaşmak istiyorum. “Yüce dağ başından indiremedim / Yönünü yönüme döndüremedim / Bir güzelin aklın kandıramadım / Dividim kalemim yazarım / Böyle bir yavrunun derdi var bende / Yar bende oy bende”...

Huzurla, barışla...

Hakkâri, 12 Haziran 2015

***

Şark görevini Hakkâri, Yüksekova’da yapan öğretmen Kader Küçükçayır’ın (24) bu süreçte yaşadıkları ve gözlemlerini anlattığı mutlak barış arzusuyla yüklü bu mektubu iki aylık edebiyat dergisi Sözcükler’in dün okurla buluşan 60. sayısında yer almıştır.

Kader Küçükçayır

Öğretmen

 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları