Hikmet Çetinkaya

Can ve Erdem: Merhaba özgürlük...

27 Şubat 2016 Cumartesi

AYM’nin, Can Dündar ve Erdem Gül için verdiği “hak ihlalikararının ardından bir hareketlilik başlamıştı.
Sevinç ve duygusallık gazetenin tüm servislerine yayıldı...
O anda 12 Mart ve 12 Eylül günlerini düşündüm. 1981 yılında İzmir Sıkıyönetim Mahkemesi Savcısı Ayhan Sun’un bizim için verdiği “takipsizlik kararı”nı anımsadım...
Zaman çabuk geçiyordu...
Zindanda 90 günü aşkın süreç kimileri için “yattılar çıktılar” gibi boş tümcelerdir. Çünkü yaşam onlar için hiçbir değer taşımaz.
Bir hafta önce Can Dündar için, yalan yazan tetikçiler AYM’nin “hak ihlali” kararının ardından AK trollere komut verdiler sanırım.
Troller, AYM’yi en ağır dille eleştirdiler, ağıza alınmayacak şeyler yazdılar.
Gülüp geçtim...
Bu zavallılar insanlıktan payını almamış kuş beyinli” bile değillerdi.
İnsan hakları, temel hak ve özgürlükler onlar için insan hayatında önemli değildi.
Vicdanları nasır tutmuştu; ruhları körelmiş, intikam, nefret duyguları ortaya dökülmüştü...
Bir çamur atma kampanyası, doğrudan bir linç girişimi AYM’nin genel kurul üyesi yargıçları etkilemek için yapılıyordu.
Orhan Erinç’le birlikte şubat ayazında Silivri’ye doğru yok alırken, hayatımızdan çıkan renkleri; 12 Mart ve 12 Eylül “mahpusluk” günlerini, zindanlarda yatan meslektaşlarımızı, suçsuz insanları düşünüyordum.
Hayat böyle geçip gidiyordu...
Silivri Cezaevi’nin kapısının önündeki alana geldiğimizde saat akşamın dokuzuydu...

*** 

Akreple yelkovan çok yavaş hareket ediyordu. Hava ise çok soğuktu, ayaklarım üşüyordu...
Mayısa çok az zaman kalmıştı. İki ay sonra umudumuz, sevincimiz tomurcuklanacak, mayıs çiçekleri açacaktı renk renk...
Can ve Erdem, tüm renklerin silinip donuk renklerin özgür olduğu hücrelerinden şubat ayazında çıkacaktı.
Bir ara Dilek Dündar ve Aslı Gül’ün gözlerine baktım...
Gecenin karanlığında bir pırıltı gibiydi iki kadın...
Dik durmasını bilen iki aydınlık yüzlü kadın.
Erdem’in iki oğlu Deniz Gül ve Sarp Güney Gül çok üşümüşlerdi...
Ben de üşüdüm, aracıma bindim...
Kendi kendime konuşuyordum. İçimde büyüyen bir sıkıntı, bir başkaldırı...
Behçet Aysan’ın “yitik zaman peşinde” şiiri, sakız gibi beyaz düşler içinde geçti...
Şiirin tümünü anımsadım, o lavanta kokulu öpüşleri, sevgi ırmağını, bir yanıp bir sönen yıldızları hayatın bir yerine koydum. Yitik zaman peşinde koştuğum yılların içinde kaybolup gittim...
Can Dündar ve Erdem Gül habercilikten zindana tıkıldılar.
Harama el sürmediler, bankalardan milyon dolarlar çekip yalı satın almadılar...
Çalmadılar, soymadılar...
Paraları kasalara istiflemediler...
Ne cemaatlerin ne de iktidarların tetikçisi oldular hayatları boyunca.
Bilindik bir haber yaptılar...
Yaptıkları haberi zaten kamuoyu biliyordu, fotoğrafları yayımlanmıştı gazetelerde...
Meclis’te gündeme getirilmişti!

*** 

Can ve Erdem sabaha karşı 03.20’de Silivri zindanından çıkarıldılar...
Eşyaları torbaların içindeydi...
Zülfü Livaneli, Nebil Özgentürk birlikte kalabalığı yarıp Can ve Erdem’le kucaklaştık... Sabaha karşı eve geldim...
Uykum kaçmıştı.
Kaybolan dalgalarda suların çiçeğini, umudun yüreklerde çiçeklenmesini, sevdayı, aşkı, temel hak ve özgürlükleri düşündüm...
Bir orman yangınındaki gibi onurlu ve korumasız bir hayat vardı karşımda...
Evrenin yedi rengini yok sayıp avunanlara; baskıya, şiddete karşı sunturlu bir küfür savurdum...
 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018
Hoşça kal hüzün... 6 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları