Mülteci anlaşmasının ‘getirisi’ ve ‘götürüsü’

11 Mart 2016 Cuma

Başbakan Davutoğlu’nun Brüksel dönüşünde uçakta gazetecilere AB ile mülteciler konusunda varılan anlaşma hakkında söylediklerini yüzeysel olarak kabul edenler, bu işin çözüldüğünü ve Türkiye’nin, Davutoğlu’nun ifadesiyle, çetin bir “Kayseri pazarlığı” yaparak kazançlı çıktığını düşünebilirler.
Mesele gerçekten çözülmüş olsaydı, bu bir ölçüde doğru olurdu. Sonuçta, varılan anlaşma, mülteciler için ilk etapta vaat edilen 3 milyar Avro tutarındaki yardımın misliyle artırılmasını, Türklerin haziran sonunda Avrupa’ya serbest seyahat hakkını kazanmalarını, AB üyelik sürecinin hızlandırılmasını ve Türkiye’nin Avrupa’dan geri kabul ettiği her yasadışı mülteci için Avrupa’nın yasal statüde bir mülteciyi kabul etmesini öngörüyor.
Böyle bir anlaşmaya “başarısız” olarak bakmak gerçekçi olmaz. Fakat her zamanki gibi şeytan ayrıntıda yatıyor. Şu anda eldeki sadece bir prensip anlaşmasıdır. AB devlet veya hükümet başkanları 1718 Mart’ta toplandıklarında bu anlaşmayı da görüşecekler. Görüş birliği sağlayamazlarsa anlaşmanın mevcut haliyle yürürlüğe girmesi mümkün olmayacak.
Anlaşma için Avrupa Parlamentosu’nun onayı da gerekecek. Bundan ayrı olarak birçok üye ülkenin ulusal parlamentosundan da geçmesi gerekecek. Özetle, anlaşmanın önünde hâlâ zorlu bir yol var. AB üyelerinin hepsinin Türkiye’ye verilen sözlerden memnun olduğu da söylenemez.
Bazıları vize konusunda verilen sözden hoşnutsuz, bazıları ise vaat edilen 6 milyar Avro’dan. “Geri Kabul Anlaşması” konusunda Türkiye’nin ortaya koyduğu ek koşullardan da memnun olmayanlar var.
Fakat Türkiye’nin elinin bu kez güçlü olduğunu itiraf etmeliyiz. Zira bazı AB üyeleri bu anlaşmanın altını oyacak olurlarsa, aynı zamanda AB’nin temelini de sarsmış olacaklar ve bunun vebali Almanya gibi birliğin lokomotifi ülkeler tarafından kendilerine ödetilecektir.
Tarihin garip bir cilvesidir ama Türkiye ile varılan anlaşma, AB’nin serbest dolaşım gibi temel prensiplerinin ayakta tutulabilesi için tek şans gibi görünüyor. Yoksa bırakın Türklere vize muafiyetinin kalkmasını, AB üyeleri birbirlerine karşı vize koyma noktasına itilecekler.
Türkiye de zaten bunun bilinciyle Brüksel’de “beklenmedik son dakika koşulları” ileri sürerek potayı yükseltti.
İşin farklı ve pek de hoş olmayan boyutları da var tabii. Bu anlaşmanın mülteci hakları açısından “ahlaki” ve “yasal” olup olmadığı şimdiden tartışılıyor. Uluslararası Af Örgütü gibi insan haklarıyla ilgilenen örgütlerin açıklamalarına bakılırsa bu anlaşma “ahlaki” değil.
BM Mülteciler Yüksek Komiserliği adına yapılan açıklamalar ise anlaşmanın mülteci hakları açısından çok da yasal olmadığını ortaya koyuyor. Bu ise “ahlaki” ve “ilkeli” dış politika güttüklerini iddia eden Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Davutoğlu’nu da kontrpiyede bırakıyor.
Bu politika geçerli olsaydı anlaşmayı, “çaresiz insanlar üzerinden böyle bezirgân pazarlığı yapılmaz” diye önce onların reddetmeleri gerekirdi. Görüldüğü gibi bıçak kemiğe dayandığında ve fırsat kapıyı çaldığında AKP de, “ahlaki ve ilkeli dış politika” iddiasını anında terk edip “reel politika” anlayışına yöneldi.
Ancak, bunu kınamamak lazım, çünkü her zaman dediğimiz gibi dış politikanın özünde hâlâ “reel politika” yatıyor. Sonuçta dünya hâlâ arzuladığımız “ideal dünya” değil, “çıkarlar dünyasıdır.” Bunu göz ardı ettiğiniz zaman sorunlar yaşanıyor. Türkiye’nin son yıllarda içine düştüğü yalnızlık bunu açıkça kanıtlıyor.
Fakat yine de ahlaken bakacak olursak, burada asıl Avrupa’nın sınıfta kaldığını görüyoruz. Mülteci meselesi sayesinde ne denli ırkçı olduğunu tüm çirkinliği ile dışavurdu. Dahası, bugüne kadarki sözde “ilkeli” tutumunun aksine, Türkiye’de özgürlüklerin ve demokratik ilkelerin ciddi şekilde erozyona uğruyor olmasını, sırf kaba çıkarları uğruna, görmemeyi yeğliyor.
Bu yüzden ülkemizde de birçok demokrasi savunucusu, “böyle bir AB’ye üye olsanız kaç yazar, olmasanız kaç yazar” deme noktasına geldi.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları