Oyuncunun coşkusu

01 Mayıs 2016 Pazar

Sevgili,
Geçen hafta Berlin’de ölen Çetin İpekkaya, Galatasaray’dan sınıf arkadaşımdı.
İnsan sevdiği bir dostunu yitirince, elinde olmadan bir şeyler yazmak, acısını paylaşmak istiyor.
Yaşım kemale erdiğinden her dostumun ardından yazmaya kalksam, köşe Hürriyet’in ölüm ilanları sayfasına döneceği için kendimi tutuyor, yazmıyorum.
Bugün Çetin’i yazarken de kuralı bozmuş olmayacağım. Bu yazı kaybettiğim sevgili bir dostun acısını paylaşmaktan çok, senin, sizlerin, hepinizin, dolayısıyla hepimizin, ne kadar ayırdında olduğumuzu bilemediğim, ortak acısını dile getiren bir toplumsal başsağlığı iletisidir.
Çetin’i tek kelimeyle tanımlamak mümkündü: Tiyatrocu. Her şeyi tiyatro idi.
Yaşamı, sevinci, coşkusu, tutkusu tiyatroydu, oyunculuktu. Dolayısıyla kamu yararına bir insandı
Oyuncu tiyatrocu başka nasıl olabilir ki, o ancak seyirci ile ve seyirci sayesinde vardır.
Tiyatroda her şeyden vazgeçebilirsin; dekordan, müzikten, metinden, sözden, hepsinden hepsinden...
Ama oyuncusuz olmaz.
Oyuncu da seyircisiz olmaz.
Tek başına, seyircisiz oyuncu nedir ki? Hiç!
Oyuncu tiyatroya adanmış ömrü dolayısıyla kendinin olmaktan çok kamunundur. Tiyatrocu kamunun malı, zenginliğidir.

***

Kısa pantolondan uzun pantolona henüz geçtiğimde karşılaştığım Çetin, hayatta ilk tanıdığım “tiyatrocu” idi.
Çetin büyük harflerle, yüksek sesle konuşmazdı, sakin, dengeli bir adamdı, sahnede bulunduğu anlar ve tiyatro söz konusu olduğu zamanlar hariç.
Tiyatronun oyunculuk, müzikçilik, yönetmenlik, yöneticilik, öğretmenlik dahil her alanında emek vermiş olan, Türk Rönesansı’nın en özgün hareketlerinden olan Genç Oyuncular’ın kurucularından ve en velut unsurlarından biri olan İpekkaya, 1954 yılında 17 yaşındayken ilk kez sahne tozunu yutarken, daha ilk adımında, seyircisini yerinden sıçratmıştır.
Olayı bana anlatan Atila Alpöge’nin izniyle aktarıyorum.
İlk oyunu olan Eugene O’Neill’in İmparator Jones’unda Çetin ormanda kendisini kovalayanlardan kaçmaktadır. Galatasaray Lisesi’nin yerden bir buçuk metre kadar yüksek olan Tevfik Fikret Salonu sahnesinde kaçarken, ayağı takılır, doğru salona düşer. Seyirciler telaş içinde ayağa fırlarlar, bir perendeyle, kasten salona inmiş olan Çetin toparlanır ve oyununa devam eder.
Oyuncu düştü mü seyircinin yüreği hoplamalıdır.

***

Kenterler gibi devlerle de çalışmış olan Çetin’i 12 Eylül, Şehir Tiyatrosu’ndayken yakalar ve tabii yollar ayrılır. Çetin, Haldun Bey’in (Haldun Taner) aracılığıyla Almanya’ya gider orada oyunlar oynar, oyunlar, tiyatrolar yönetir, dersler verir. Yine Atila Alpöge’den naklen, şimdi anlatacağım olay 1980’lerin ortalarında Berlin’de geçmektedir.
Çetin Berlin’de tiyatro yapmak isteyen Türkiyeli gençlerle karşılaşır, birlikte çalışmaya başlarlar. Ama kaynak yeterli değildi. Berlin Belediyesi Kültür İşleri Müdürü’ne başvurur. Müdür, sponsor adaylarını bulur, randevu alır. Yalnız bir sorun vardır. Almanya’ya yeni göçmüş olan Çetin’in dili henüz zayıftır. Onun da çaresi bulunur. Çetin anlatacaklarını rol gibi yazıp, ezberler. G günü gelir. Çetin sponsorların huzuruna çıkar.
Çıkar çıkmasına ama, tek sözcük bile aklına gelmiyor.
Birden karar verir. Sahnede Shakespeare’den tirat okurcasına derdini Galatasaray’da öğrendiği Fransızcası ile, coşkuyla anlatmaya başlar.
Her şey berbat olmuştur. Dönüşte Kültür Müdürü’nün suratından düşen bin parçadır.
Ertesi gün haber gelir. Çetin’i desteklemeye karar vermişlerdir. Gerekçelerini de şöyle açıklarlar:
“Ne söylediğini pek anlamadık, ama heyecanı o kadar büyük, o kadar inançlıydı ki, bunu mutlaka desteklemek gerekir diye düşündük.”
Evet Sevgili, Çetin’in coşkusu heyete bulaşmıştı. Tiyatrocunun heyecanı böyleydi işte.
Geçen hafta kaybettiğimiz, artık Berlin’de yatan Tiyatrocu böyle bir adamdı işte. Başın sağ olsun!  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

İyi insan 19 Mart 2024
Laiklik nedir? 6 Mart 2024
Yıldönümü 3 Mart 2024

Günün Köşe Yazıları