Olaylar Ve Görüşler

Sıkıntılı bir süreç

05 Mayıs 2016 Perşembe

Türkiye son zamanlarda hızla bir iç çatışmaya doğru yol alıyor. Hemen her gün onlarca cenaze, onlarca ölüm haberi geliyor. İşin kötüsü toplum bu gidişatı ve ölümleri kanıksamış ya da kanıksandırılmış durumda.

Adeta felçli ve duyarsız bir toplum haline getirildik. Ülkenin bir bölgesi kan revan içindeyken diğer bölgelerde tık yok. Bu duyarsızlık, ahlaki ve insani kopuşun ötesinde aynı zamanda duygusal kopuşu da beraberinde getiriyor. Peki, bütün bunlar neden oluyor?

Sorun alanları kanıyor
Türkiye’nin şu anda içinden geçtiği süreçte Kürt sorunu bağlamında yaşadığı dört temel sorun alanı var. 1. Rojava meselesi 2. Silahsızlanma meselesi 3. yönetim meselesi/İdare Meselesi 4.Kültürel haklar ve dil meselesidir.
Rojava meselesi hem Suriye politikası hem de içerdeki Kürt sorunuyla yakından bağlantılıdır. Hükümet ısrarla sürdürdüğü bu yanlış dış politikayı terk edip Rojava’daki Kürtleri dost ve kardeş halk katgeorisinde görür ve ona göre davranırsa bu sadece onun Suriye’de elini güçlendirmekle kalmaz aynı zamanda içerdeki Kürt meselesinin çözümüne de büyük katkı yapar.
Diğer nokta özlenen barışın bir an önce tesisidir. Bunun içinde salahların bir an önce susması ve çatışmaların durması gerekir. Bu konuda Türkiye’nin kanaat önderleri, önemli STK yöneticileri, akil adamları üçüncü göz olarak devreye girip hakem rolü oynayabilirler. Aksi takdirde ölüm üzerinden çözüm aramak sonu olmayan beyhude bir arayıştır. Kürt sorunu adam öldürmekle çözülmez. Tersine ne kadar çok ölüm olursa o kadar çok düşmanlık tohumları ekilir ve çözüm daha da zorlaşır.

Çelişen iki süreç
Bugün Kürtler açısından birbiriyle çelişen iki süreç birlikte işliyor. Kürtlerin Türkiye’den ayrılması konusunda bir güçlü istekleri ve talepleri yok. Yani Kürtler Türkiye Cumhuriyeti’nden ayrılmak istemiyor. Yapılan araştırmalar ve gözlemler bunu ortaya koyuyor. Ancak bununla beraber Kürtler aynı zamanda Kürtlüklerinden de vazgeçmek istemiyor. Dillerini, kültürlerini özgürce yaşamak ve geliştirmek istiyor. O halde bu iki unsuru içeren bir çözüm bulmamız gerekir. Yani ne ayrılık ne de ret ve inkâr. Ayrılmayan ama idare ve dil siyasetinde işleyen yeni bir model.

Çözümün parçası
Bu konuda başta siyasi partiler olmak üzere tüm sivil toplum iradesi harekete geçirilmeli... Örneğin CHP’nin ortak komisyon önerisi işletilebilir. Köşeye sıkıştırılmış olan HDP’nin rol oynaması için önü açılabilir. MHP’ye itidal çağrısı yapılabilir. En önemlisi de AKP hükümeti çözüm konusunda güçlü bir çözüm iradesi ortaya koyabilir. Aslında başbakanın “Silahlar susarsa her şeyi konuşabiliriz” sözü işin püf noktası. Ne ki Cumhurbaşkanı hemen tersleyerek “ne çözümü” deyince başbakan da sustu kaldı. Oysa bu konuda sorumluluk ve yetki hükümet ve Başbakan’dadır. Başbakanın biraz daha dirayetli davranması lazım. PKK’nin de silahlı çatışmadan vazgeçerek, 2013 Nevrozu’nda Öcalan’ın ortaya koyduğu çözüme dönmesi gerekir. Öcalan “Silah dönemi bitti, sorunların siyasetle çözülmesi gerekir” demişti.

Dört anahtar kavram
Somut adımlar atmadan önce, psikolojik altyapıyı oluşturmak gayesiyle dört anahtar kavrama işlerlik kazandırılmalı. Bunlar; niyet, empati, barış dili ve bölünme paranoyasından arınmadır.
1 Tarafların gerçekten çözümden yana niyetleri var mı? Bu soruya iki tarafta samimi biçimde evet diyorsa çözüm olur. Aksi takdirde çabalar beyhude kalır.
2 Eğer niyet çözümse o takdirde doğu ve batı arasında bu kutuplaşmayı ve duygusal kopuşu önlemek için empati kültürü geliştirilmeli. Buna siyasi partiler başta olmak üzere bütün kurumlar yardımcı olmalıdır.
3 Oluşacak barış ortamını zehirleyen savaş dili terk edilmeli. Daha itidallı, birleştirici ve çözüme hizmet eden bir dil kullanılmalı.
4 Madem Kürtler ısrarla “Biz ayrılmak istemiyoruz” diyorlar, o halde birileri de ısrarla bölünmeyi gündemleştirmemelidir. Paranoyaya dönüşen bu durum terk edilmelidir.
Eğer bu adımlar atılırsa bir çözüm iklimi oluşur. Ardından atılacak demokratik adımlarla yeni anayasa yapılabilir, Türkiye bu kötü cendereden çıkarak ilerler.

Prof. Dr. AHMET ÖZER
Toros Üniversitesi

 

-

 

Kâbus proje: Kanal İstanbul

 

Ardı ardına devreye sokulan sayısız inşaat projelerinin sonrasında artık ne İstanbul’un dayanacak gücü kaldı ne de İstanbul’da yaşayanların.

İmparatorluklara başkentlik yapmış, muazzam tarih ve konuma sahip, eşi bulunmaz doğal bir cevher olan İstanbul, acımasız ölümlülerin ve geçici statü sahiplerinin elinde tükenip gitmek üzere. Hayır, bu yazıda sürece ve olan bitenlere siyasi açıdan bakmayacağım. Öyle olsa son 14 yıldır süren iktidarları ve daha da uzun süren belediyecilikleri boyunca İstanbul’u, rant çarklarını döndürebilmek uğruna inşaatla tüketenleri ve dahası yapan başkalarıymış gibi günah çıkaran konuşmalarındaki derin çelişkiyi, ilkesizliği ve zavallılığı yazardım.

Son nefes...
İstanbul tüm bu vahşete rağmen hâlâ cazibesini koruyabiliyor. Ama görünen o ki yine coşturulan Kanal İstanbul denen kâbus projesi ile son nefesini verecek. Bu kâbus projesinin ne için olduğunu bileniniz var mı? Bilinmesi gereken uçacak bölgeler, yeni rant alanları, turizm merkezleri, yat limanları, orman içinde lüks konutlar, muazzam konferans salonları değil. Bu projenin bilimsel veriler ışığında irdelenmiş ekolojik, ekonomik, şehircilik ve her şeyden önemlisi yaşam hakkı ve geleceğe bırakılacak miras anlamındaki sonuçlarından kim haberdar? Bu kâbus projesi ile gelecek nesiller ne için borç altına sokulacak ve bilinemez/geri dönülemez çevresel facialar ile yüz yüze bırakılacak? Siz İstanbul’da, Trakya’da, Karadeniz’de, Marmara’da, Ege’de yaşayanlar. Bu projenin sonuçlarından ne kadar haberdarsınız?

Rant üçgeni mi?
Üçüncü köprü, üçüncü havalimanı ve Kanal İstanbul kamuoyuna ayrı ayrı pazarlanıyor gibi görünse de aslında birbirleriyle bağlı olarak tasarlanmış bir rant üçgeni! İstanbul trafiğini rahatlatmak için üçüncü köprü, artık İstanbul’u taşıyamadığı için üçüncü havalimanı şimdi de İstanbul Boğaz trafiğini rahatlatmak adına Kanal İstanbul. Düşünmeyen akla, duymayan kulağa ne hoş geliyor... İstanbul zaten fay hattı kenarında oturan ve kaçınılmaz depremlerin beklendiği bir metropol.
Kâbus projesi İstanbul ve Trakya’nın tarım toprakları üzerinde. 5 milyar metreküp toprak bir yerlere boşaltılacak. Maliyeti 10 milyar dolar olarak hesap edilmiş. Ancak Panama ve Süveyş kanallarını bilenlerce maliyetinin 40 ila 50 milyar dolar olacağı tahmin ediliyor. Kimileri küresel ekonomik durgunluk devam ederken finansmanı kim sağlayabilir diyor. Doğrusu bu en son dikkate alınacak konu. Çünkü en önemlisi sadece bize özgü olan bu ekosistemin geri dönüşü olmayacak biçimde tahrip edilecek olması ve hasarı öngörülemez olan çevre felaketine yol açması.

Çevre felaketi
Bilim insanları tümüyle karşı çıkıyor. İstanbul Boğazı iki akıntılı doğal bir yol. Kanal ise alt akıntılı olamayacağı için kanalizasyonun Karadeniz’e yığılmasına sebep olacak. Karadeniz’in soğuk ve tatlı suyuyla Akdeniz’in tuzlu ve sıcak suyu arasında doğal denge tersyüz olacak. Doğu Trakya’da ciddi yeraltı su kaybı olacağı ve bunun da İstanbul’u yaşanmaz hale getireceği iddia ediliyor. Su rezerv alanları kaybedilecek.
Kaçınılmaz bir şekilde daha fazla yapılaşmaya ve göçe sebep olacak. İstanbul ormanları hem dünya çapında önemli 200 ekolojik bölgeden hem de Avrupa’da acil korunması gereken 100 ormanından biri. Kentin kuzeyinde yer alan ormanlar, su havzalarının korunması ve kuzey rüzgârlarının kente temiz hava getirmesi açısından büyük öneme sahip. FSM ve TEM bağlantı yollarının yapılmasıyla kentin kuzeyindeki kırsal yerleşimlerin ve tarım alanlarının yanı sıra içme suyu kaynaklarının, su havzalarının ve orman alanlarının tahribi zaten hızlanmıştı. Anlaşılması gereken yok edilen ormanların yerine yeni ağaç dikerek ekolojik dengenin korunamayacak olması. Daha önce açıklanmıştı. En fazla 6 katlı binalarda 500.000 kişilik nüfusa göre planlama yapılacakmış. Sadece 6 köprü inşa edilecekmiş. Niye bu şanslı azınlık için bu kadar masraf, daha önemlisi öngörülemez ve geri dönülemez çevre felaketinde ısrar?
İnsan beyni hızla gelişen şok olaylara reaksiyon vermek üzere tasarlanmış ancak ilerisini görme- öngörebilme fonksiyonu çok zayıf. Çevre yıkımı da ne yazık ki zamana yayılmış bir süreç. Küçük küçük birikiyor. O yüzden anlayamıyoruz, daha da acısı kanıksıyoruz. İnsan kesitler halinde baktığında yıkımı görebilse bile akan yaşamı içerisinde fark etmediği için ne yazık ki ağır ilerleyen, zamana yayılmış büyük hasarların farkında olamıyor ve tepki veremiyor. Kanal İstanbul “ben diyorum, olacak!” kolaycılığı ve geleceği feda etme aymazlığı ile tam da gözümüzün önünde gerçekleşmek üzere. Bunu engelleyebilecek olan bilimsel verileri üretme ve kullanabilme, çıktıları tarafsızca müzakere edebilme ve ortak akılda buluşma kültürünün eksikliği büyük sorun.
Hangi partiyi tutuyorsanız tutun, siyaseten kimi destekliyorsanız destekleyin burada önemli değil. Böyle bir kâbus projesi partizanca savunulamaz. Konu bunun çok ötesinde.
İnsan olduğunuz için, sizin ölümünüzden sonrasını da düşündüğünüz için, çocuklar için, akan yaşamın sadece bir parçası ve kısacık bir kesiti olduğunuz için bu kâbus projesine karşı durun. Eğer hayata dair biraz duyarlılığınız hâlâ varsa karşı durun. Herkesi uyarın. Geleceğe izinizi bırakın. Çok geç olmadan...  

BURKON KADİR NAK
E. Genel Müdür



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları