'Türkiye Makas mı Değiştirdi?'

11 Ağustos 2008 Pazartesi

Siyasette, ısrarla konuyu saptırma, tartışmaları çıkmaza sürükleme taktikleri için Lenin, "escamotage " sözcüğünü kullanırdı (Meraklısına: Bütün Eserler Cilt 6, s. 273). AKP döneminde, toplumun ve devletin dokusunda yaşanan dönüşümlere ilişkin tartışmalarda sistemli bir " escamotage " gözleniyor. Prof. Şerif Mardin ve Prof. Kemal Karpat 'ın bu alandaki katkılarına değinmiştim. Bu katkılara, şimdi de Radikal'den Haluk Şahin 'in gündeme getirdiği "I. Cumhuriyet bitti mi?" , "Türkiye makas mı değiştirdi" soruları etrafında yaşanan tartışma eklendi.

İki 'escamotage'

Bu tartışmayı, TV programında yüksek kalibreli bir katılımcı grubuyla mercek altına alan Can Dündar , durumu Milliyet'teki köşesinde şöyle özetliyordu: " Tartışmada değişimin herkes farkındaydı, ama ' 1. Cumhuriyet bitti' demeye kimsenin dili varmıyordu."... "Prof. Dr. İlber Ortaylı 2007'nin bir ' kırılma yılı ' olduğuna hatta kırılmanın şartlarının oluştuğuna da inanmıyor. 'Abartılı bir kadrolaşma' olduğunu söylemekle birlikte... Bugün yeşermiş gibi görünen taassubun asırlardır bu coğrafyanın temel karakteristiği olduğu inancında... Tarihi açıdan bir 'kırılma' dan çok ' devamlılık 'tan söz ediyor. 'Hiçbir şekilde' İran'a benzetilemeyeceğimizi söylerken 'Türkiye kendine has mekanizmaları olan bir toplum... Totaliter eğilim olursa, onlar faaliyete geçer ve engeller' diyor... ' Panik havası yaymak yerine, farklı görüşten sivil toplum kuruluşlarının soğukkanlılıkla projeler geliştirmesi gerektiğine inanıyor' . Nuray Mert ... Şahin'le 'aynı ruh hali içinde' ... Cumhuriyetin eski rayında gitmediğini, yıllarca sistemin, gündelik hayatın dışında tutulmuş kesimlerin şimdi sistemi zorladığını söylüyor, 'AKP bunun siyasal ifadesi oldu' diyor... Oral Çalışlar' a göre de 2007'de yaşanan, tarihsel bir ray değişikliği değil. '1950'den beri farklı siyasi aktörlerce defalarca yaşadık bunu' diyor... ' Türkiye'nin İran'dan en önemli farkı, ciddi bir parlamenter geleneğinin olması' diyor. Kürşat Bumin , '1. Cumhuriyet bitti' tespitine katılmakla birlikte bunu olumlu buluyor. 'Hasta bir cumhuriyet bizimki' diyor... Ahmet İnsel' e göre, sorun biraz da trende... Cumhuriyetin ' tek kimlikli, homojen ulus devlet ' projesinin hedefe ulaşamadığını, çatladığını söylüyor. ' AKP, onun yerine toplumu dini kimlikle yapıştırmaya çalışıyor. Oysa tren, ancak farklılıkları bir arada yaşatabilecek bir demokrasiyle yola devam edebilir' diyor..."

Bu saptamalarda iki " escamotage" Türkiye'de siyasal İslam tartışmalarını, gelişmeleri, gözlerden gizleyecek biçimde "saptırıyor" . Birincisi, tartışmayı "makas değiştirme" , "kırılma" sorununa kilitleyerek, ikincisi de İran örneğine odaklayarak gerçekleştiriliyor. Böylece, "siyasal İslamın" yükselme sürecinin toplumda yarattığı korkuları, örneğin, İlber Ortaylı'nın açıklamasındaki tezlere sığınarak yatıştırmak kolaylaşıyor. İlber Ortaylı hem süreci Osmanlı'ya kadar uzatarak iki farklı dönemi, aradaki Cumhuriyet "olayını" (kırılmasını), üretim tarzı, devlet biçimi değişikliğini, soğuk savaş sonrasında oluşan bölge jeopolitiğini görmezden geliyor; böylece hem, siyasal İslamın 1980'den sonraki "hikâyesinin" tartışılması için gerekli "zamanlama" çabasını içinden çıkılmaz bir yere sürüklüyor hem de süreci, Türkiye halkının tarihine bağlayarak "sıradanlaştırıyor" . Diğer taraftan, AKP'nin ikinci dönemini birincisiyle karşılaştırdığımızda, kolaylıkla sürekliliğe vurgu yapabilir, kırılma tezini kolaylıkla reddedebiliriz. İran'la, Türkiye arasındaki, artık herkesin malumu, sıradanlaşmış farklara göndermeyle, "Türkiye İran olmaz" tezini savunmak da çok kolay.

Halbuki Türkiye'de, siyasal İslamın toplum dokusunda gerçekleştirdiği dönüşümler, bir kopuşa yol açmadan, hatta bir kopuşu gerektirmeden , öncelikle, bizzat İlber Ortaylı'nın umut bağladığı sivil toplumda (aile ile devlet arasındaki bölgede) yaşanıyor. Ama bunları tartışabilmek hatta görebilmek için bir yanılgıdan kurtularak "model" değiştirmek, İran yerine Mısır 'a ve Müslüman Kardeşler örgütünün 1970'lerden bu yana, Mısır toplumunu dönüştürme sürecine bakmak gerekiyor. Bu sürece, daha önce de değindiğim gibi, Gramsci' nin "pasif devrim" , "moleküler dönüşüm" tezlerinden de yararlanarak baktığımızda, Türkiye'de yaşanmakta olan dönüşümlere ilişkin bambaşka sonuçlara ulaşmak olanaklı. Gördüklerimize, Ortaylı'nın "abartılı kadrolaşma" dediği olguyu da eklediğimizde karşımıza gerçekten de mutlaka direnilmesi gereken, "bütünsel" bir toplum projesine sahip, totaliter bir siyasi hareket çıkıyor. "Escamotage", işte bu direnci yumuşatmaya yönelik.

 

Teorik tuhaflıklar

 

Bu tartışmada "Hasta Cumhuriyet" tezi gibi ilginç teorik tuhaflıklara da rastlıyoruz. Gerçekten de Cumhuriyet hasta, hem de uzun bir süredir. Ve bu hastalığın en önemli iki semptomu da AKP hükümetinde su yüzüne çıkan siyasal İslam tehlikesi ve Ahmet İnsel'in dile getirdiği "kimlik siyaseti" . Bu nedenle, Cumhuriyetin, ne AKP'nin temsil ettiği politikalarla ne de çokkültürlülük projesiyle iyileşmesi olanaklı.

İki semptomu yaratan hastalığın gelişme sürecine bakarsak, önce ülkenin bağımsızlığını kaybederek "soğuk savaşta" taraf olmasından, bu bağlamda 1960'larda ortaya çıkmaya başlayan demokratik refleksleri, örneğin sol hareketi, derneklerini, siyasi partilerini şiddetle bastırmaya kalkmasına kadar bir seri gelişmeyi, demokratik mücadele yolunun kapalı olduğu sonucuna varanların adeta bir öz savunma refleksiyle silaha sarılması, devletin tüm sol hareketi ezerken faşist dinci örgütleri kullandığını görürüz. Bu süreç, 12 Eylül sonrasında zirveye ulaşarak siyasal İslamın önünü açmadı mı? Aynı dönemde, neoliberal politikalar, verili bölüşüm ilişkilerini, bunlar üzerinde oluşan toplumsal/sınıfsal uzlaşmaları yıkarak, kamu alanını, dolayısıyla vatandaşlık kurumunun zeminini ortadan kaldırarak, Cumhuriyete ikinci büyük darbeyi vuruyordu. Hem siyasal İslamın ve Kürt sorununda ayrılıkçı refleksin kitleselleşmelerinin dinamikleri hem de sınıf, sömürü merkezli siyaset anlayışının yerini kimlik merkezli siyaset anlayışının alma süreci işte bu iki başlık altında, Cumhuriyetin hastalığının birer semptomu olarak çözümlenebilir.

Bu hastalık-semptom ilişkisini kavramadan yapılan siyasi öneriler havanda su dövmekten, daha da vahimi , çokkültürlü demokrasi projesinde olduğu gibi, aslında bir iç savaş önermekten başka bir anlama gelmiyor. Farklı kültürlerin (kimliklerin) bir arada yaşayabilmesi, iradi değil, toplumsal yapıya ilişkin bir sorundur. Bu yapısal sorun aşılamadığı taktirde, 1930'larda Almanya'da, son 20 yıldır Avrupa'da görüldüğü gibi, bu soruna ait ekonomik siyasi çelişkiler keskinleştikçe, egemen olan ve egemen olmayan kültürlerin kamplaşması, giderek içine kapanması, nihayet "çare olarak" etnik homojenlik fikrinin güçlenmesi kaçınılmazlaşmaktadır. Diyalektik işte...

Bu yapısal sorunun aşılmasıysa, bu çok kültürlü "çokluğu" , bir "toplum olarak" bir arada tutabilecek evrenselliğin oluşmasıyla ilgilidir. "İşe" , önce bu kültürel kimlikleri aşan evrenselliği tanımlayarak, onu kuracak ve koruyacak siyasal güçleri, ekonomik yapılanmayı tasarlayarak başlamak gerekir. AKP'nin siyasal İslamı "evrensel olanı" tanımlamaya aday göstermesi, tutarlı bir çözümdür. İslami bir rejim altında yaşamak istemiyorsanız, demokrasi hamasetini bırakıp gerçek güçlerden, ekonomik modellerden konuşmaya başlamanız gerekir. Yoksa Cumhuriyetin hastalığının derinleşmesinde, hatta ölümünde sizin de payınız olacaktır. Tabii bu arada çekilecek acılarda da...


 



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları


Günün Köşe Yazıları