Özgür Mumcu

Demokratik geçiş

25 Mayıs 2016 Çarşamba

Ataol Behramoğlu, Cumhuriyet’te yayımlanan son yazısında, Erdoğan’ın işin içine askeri endüstriyel kompleksi de dahil edecek şekilde sağın tek merkezde toplanması meselesini hallettiğinden bahsettiğim bir yazıdan hareketle isabetli ve tartışılması gereken bazı sorular sormuş.
Ben yazıyı, sağın Erdoğan tekelinde yoğunlaşmasının aslında solun bildiği bir mesele olduğunu ve sınıfın tekrar solun merkezinde yer alması gerektiği çıkarımıyla bitirmiştim.
Behramoğlu ise bıraktığım yerden devam etmiş ve sadece sınıf temelli siyasetle çok uzun yol gidilemeyeceği, solun Aydınlanma devrimine sahip çıkması ve Kürt meselesindeki tutumunu netleştirmesi gerektiğinin altını çizmiş.
Kendisinden çok farklı düşünmüyorum. Askeri ya da sivil otoriter rejimlerden çıkış yolları üzerine kafa yorulan bir alan. Yakın zamanda editörlüğünü ABD’li siyaset bilimci Abraham Lowenthal ile Şilili bir kanaat önderi olan Sergio Bitar’ın yaptığı “demokratik geçiş dönemlerini” konu alan bir kitap yayımlandı.
Kitapta, Brezilya, Şili, Gana, Endonezya, Meksika, Filipinler, Polonya, Güney Afrika ve İspanya’da otoriter rejimlerden demokrasiye geçiş incelenmiş. Kimi başarılı, kimi yarım yamalak giden bu demokratikleşme hikâyelerinin içindekilerle, yani hem baskıcı iktidarın hem de demokratik muhalefetin üyeleriyle söyleşiler yapılmış.
Kitabın editörleri daha sonra bir makalede başarıya ulaşmış demokratik geçiş dönemlerinde bazı ortak noktaları belirlemişler. Şöyle özetlenebilir:
Yönetebileceğine halkı inandırarak kamuoyu desteğini kazanabilmek. Siyasi partileri, sosyal hareketleri, işçileri, öğrencileri ve iş çevrelerini bir araya getirebilmek. Zamanında baskıcı iktidarla işbirliği yapmasına rağmen bugün demokratikleşmeden yana olanları dahil edebilmek. İktidar içi çatlakları gözlemleyip kullanabilmek. İktidar içerisinde “bir çıkış stratejisi” arayan unsurlarla temas kurabilmek. Maksimalist talepleri erteleyip asgari müşterekler üzerinden muhalefeti birleştirebilmek. Şiddet yanlısı olanları marjinalize etmek.
Yani sınıfı merkezine alan solu aşan, geniş bir demokratik muhalefet bloku oluşturmak bahsedilen demokratik geçiş dönemlerinde etkili olmuş.
Elbette genel geçer bir formülden bahsetmek mümkün değil. Ancak bu tespitler çok da isabetsiz değil. Buradan hareketle siyaset bilimci Yard. Doç. Deniz Yıldırım’ın “Üçüncü Halkçı Demokratik Atılım Çağrısı” başlıklı yazısına dikkat çekmekte fayda var.
Yıldırım, meşrutiyetle başlayan ve Cumhuriyet’le tamamlanan süreci birinci, 1960’lardan 12 Eylül’e kadar yükselen solu ikinci halkçı demokratik atılım olarak değerlendiriyor ve bugün bir üçüncüsüne ihtiyacımız olduğunu savunuyor:
“İlk çare; hedefi küçült, cepheyi genişlet. Üçüncü Halkçı-Demokratik Atılım asgari bir program önerisiyle halkın önüne çıkacak, halkla birlikte örgütlenecek. Bu asgari program, Türkiye’nin acil çözüm bekleyen sorunları etrafında en geniş zemini örgütleyecek.”
“Taşerona, güvencesizliğe, iş cinayetlerine, topraksız mevsimlik tarım işçilerine, işsizlere seslenen bir sınıf içeriğiyle ‘halkçılık’ güncellenecek.”
“Kürt sorununu birlikte gönüllü yaşam formülü etrafında halkın rızasıyla, demokratik yollardan çözmek Üçüncü Halkçı-Demokratik Atılım’ın görevi olacak.”
“Halkçı-Demokratik Atılım stratejisi sosyal demokrat, Atatürkçü, merkez sol, merkez sağ, milliyetçi kitleler için azami program, sosyalist siyasetler içinse asgari program olacaktır. Bu anlamda ikinci atılımda kaçırılan fırsat bu kez kaçırılmamalı, Üçüncü Halkçı Demokratik Atılım’da en geniş halk iktidarı seçeneği etrafında bir araya gelinmesinin yolları aranmalıdır.”
Çoktandır “özgürlükçü olmayan demokrasiler” ya da “yeni otoriter rejimler” arasında sayılan bir memlekette yaşıyoruz. Buradan demokratik çıkış yollarını tartışmak da birinci önceliğimiz olmalı.
Sayın Behramoğlu’na, konuyu biraz olsun açmama imkân veren yazısı için teşekkür ederim.



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Tutuklu yargı 5 Eylül 2018
Kimiz biz? 29 Ağustos 2018

Günün Köşe Yazıları