‘Çöl Kraliçesi’

30 Mayıs 2016 Pazartesi

Güncel siyasete, kısa bir ara verip mayıs başında gösterime giren bir film hakkında yazmaya ancak fırsat bulabildim. Gündem dışı dedimse, film de fevkalade politik, zaten aksi takdirde benim üzerine söz söylemem manasız olurdu. Aslında, söz konusu film Werner Herzog’un “Çöl Kraliçesi” (Queen of Desert), bu alanda ehliyetli olmaya gerek olmadan, rahatlıkla “berbat” diye tanımlanabilecek bir film. Belgesel yönetmeni olarak bilinen Herzog, ünlü İngiliz seyyah, istihbaratçı, yazar Gertrud Bell’in hayat hikâyesini sinema filmi haline getirmeye çalışmış, olmamış. Temposu düşük, dramatizasyonu zayıf, belli ki bütçesi de mekânı tüm Ortadoğu olan bir konunun altından kalkamayacak kadar fakir. Ayrıca, bu tür filmlerin çoğunun oryantalist klişe olmaktan kaçması çok zor, ama bu fazladan ucuz bir oryantalizm ürünü olmuş.
Bu koşullar altında, filmin konu etmeye değer tek yanı; kahramanının Birinci Dünya Savaşı öncesi ve hemen sonrasında Ortadoğu siyasetinde belirleyici bir isim olan Gertrud Bell olması. Lawrence kadar olmasa da Bell, Ortadoğu serüveni ve özellikle modern Irak’ın mimarlarından biri olarak efsaneleşmiş bir isim. Bu tür kişiliklerin hayatı, olayların perde arkası, efsanelerin gölgesinde kalmaya mahkûmdur, hele de bir sinema filmi çerçevesinde, olaylar alabildiğine sığ perdeden görülür. Nitekim, “Çöl Kraliçesi” de, “Kurtlar Vadisi”ne benzer bir “Ortadoğu’nun paylaşımı masası” sahnesi ile açılıyor. Doğrusu, Ortadoğu tarihini “emperyalistlerin oyunundan, ibaret görenler için biçilmiş bir kaftan.

Oryantalist görüş
Oysa, Ortadoğu’nun modern tarihini inşa eden yegâne unsurun “Batılı emperyalistler” olduğu fikir ve iddiası, burada yaşayan toplumları ve toplumsal-siyasal dinamikleri hiçe sayan ve tarihin asıl aktörünün Batılı güçler olduğu varsayımına dayalı oryantalist görüşün yansımalarından biridir. Nedense, sol antiemperyalistler de, İslamcı Batı karşıtları da, yıllardır bu oryantalist yaklaşımı hiç sorun etmeden tekrarlayıp dururlar. Nitekim, film üzerine iktidar yanlısı basında çıkan ve benim gözüme takılan tek tük yazı, bu tekrarın vesilesi oldu. Bu arada bizim gazetede de bir değerlendirme yazısı çıktı. Hiçbirinde, filmin sığ oryantalist klişelerine takılan yok; her şey bir yana, olayın geçtiği kadim medeniyet merkezleri Şam, Bağdat ve Kahire’nin stüdyo çekimi olmak dışında çöl kasabası atmosferi olarak resmedilmesi tam bir rezalet. Dahası, pek çok benzer filme ve romanda olduğu gibi, yerel Araplar ve Türklerin (Osmanlıların), kolaylıkla kandırılıp ikna edilecek aptal veya en iyi ihtimalle “saf” şekilde gösterilmesini sorun eden yok. Hele bir Dürzi şeyh bölümü var ki, anlatılır gibi değil; “şeyh”ten veya herhangi bir “Arap ileri geleni”nden ziyade çadır tiyatrosu falcısına benzer bir tip, komik bir şekilde Batı medeniyetine övgüler düzüyor.

Yeni dinamikler
Mesele, sadece kötü bir film değil, solcusunun, İslamcısının antiemperyalizm sandığı, “Ortadoğu’yu Batılılar kurdu masalı”nın gerisinde tam da böyle bir tasavvurun olması. Kalkış noktası; “saf ve/veya aptal” yerel halkları, kendi çıkarları doğrultusunda kolayca istedikleri gibi harekete geçiren “akıllı Batılılar”. Modern Ortadoğu tarihinde, başta İngilizler olmak üzere Batılı emperyalist güçlerin çok önemli bir rol oynadığı itiraz edilemez bir gerçektir, ama buraların ve haddi zatında hiçbir toplumun tarihini toptan başkaları şekillendirmemiştir. Böyle düşünmek, Batılılar dışındaki tüm toplum ve aktörleri “tarih dışı”, “edilgen” nesneler olarak görmek demektir. Oysa, işin içinde hep yerel dinamikler ve iktidar mücadeleleri vardır.
Bizde son zamanlarda dolaşıma giren “Türk oryantalizmi” de, Ortadoğu tarihine benzer bir yaklaşımla bakıyor. Bu anlatıya göre, emperyalistler yerel işbirlikçiler bulup, hile ve desise ile bu toprakları Osmanlı’dan kopardılar ve zaten Arap toprakları da Osmanlı gittikten sonra felakete sürüklendi, ta ki Türkiye’de Osmanlı mirasına sahip çıkan bir ekip iktidar olana dek. Bu masalın ne kadar temelsiz olduğu, AK Parti’nin dış siyasetinin iflası ile iyice ortaya çıktı, ama nedense masal büyüleyici gücünü sürdürüyor.
Son olarak tekrar filme dönerek değinmeden edemeyeceğim bir husus daha var: Herzog hem Bell’in ailesini tamamen yanlış yansıtmış hem de kadın kahramanına büyük haksızlık etmiş ve Bell’i olduğundan zayıf bir kadın olarak resmetmiş. Bizim gazetemizde çıkan yorum yazısı da sanki bu yetmiyormuş gibi, Bell’i âşığını kaybedince “kendini çöllere atan” bir kadın olarak tasvir etmiş. Çok yadırgadım, bu arada Herzog dahil kimse Gertrud Bell ve dönemini okuma zahmetine katlanmış mı, merak ettim.  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

‘Yeni devlet’ 7 Ağustos 2017

Günün Köşe Yazıları