Hikmet Çetinkaya

Siyanürlü altın...

05 Haziran 2016 Pazar

Bir fotoğraf, anılarla yüklü bir zaman diliminde yaz sıcağı düşlerimi çoğaltıyor...
Kusursuz bir sevgi, o umut dolu bakış, düşlerimdeki köpükler arada yüreğimi buruyor...
Bir öpüş, insanı kucaklayan bir gökyüzü, çiçek atlasını oluştururken deniz suyu, bir çocuğun avuçlarında kardeşliğin türküsünü söylüyor.
Bilinmeyen bir kentin kapısını açmaya çalışıyorum.
Ölümler...
Acılar...
Düşünceler ormanına dalıyorum ister istemez.
Bulanık, mavisi çalınmış denizler, kirlenmiş ırmaklar, göller...
Büyük hayıflanmaların, işkencelerin, ölümlerin ortasındayım.
Kendi kendime soruyorum bu arada:
“Ne oldu bize, niye bu hale düşüp birbirimizi düşman belledik?”
Acının fotoğrafları çoğalıyor birer birer...
Bir çocuk ağlıyor, bir ana ağıt yakıyor bayrağa sarılı şehidimizin tabutuna sarılırken...
O anda titreyen bir yüreğin sesini duyuyorum, yaslı ırmakların içinden geçip harabeye dönmüş kentlerin içine giriyorum...
Birden mevsimler değişiyor...
Kentin kapısı açık, anahtara gerek yok...
Sayısı kaçtı şehit olanların, etkisiz hale getirilenlerin?
Bir yas kalabalığının içinde bunları düşünmek ve yazmak o denli zor ki!
Işığı kilitleyen, özgürlükleri çiğneyen bir zalimin eline düşmüş bir toplum, acımasız PKK’nin ve IŞİD’in kanlı elleri.
Yoksulluk, çaresizlik...
Din baronları, din sömürüsü, şeyhler, tarikatlar...
Fotoğraf karşımda duruyor...
Diktatörlerin sonunun ne olduğunu çok gördük...
Irak’ı, Libya’yı unutmadık...

***

Düşsel bir yolculuğa çıkmıştım ben...
Belki Halep’te belki de Şam’da...
Gözlerimi yumduğumda akşamüstü yağmurları yağmaya başlamıştı...
Yoksa Mardin mi, Hakkâri mi, Nusaybin mi, Cizre mi, Sur mu...
Oralardaydım!
Varlığımın yetişemeyeceği gelecek zamanlarda bir seferberlik karanlığının boşluğuna düşmüş gibiydim.
Çocuklara, gençlere, yaşlılara baktım...
Gözlerinden bulutlar geçen kadınlara...
Aklıma kadın cinayetleri, tecavüzleri, şiddet, taciz geldi.
Duraksadım!
Tarım ve yaşam alanlarının yanı başındaki çokuluslu altın avcılarını düşündüm. Kütahya’dan Antalya’ya, Kazdağları’ndan Tunceli Ovacık’a gittim...
Siyanür havuzlarının nasıl ölüm saçtığına Kütahya’da tanık oldum...
Tavşanlı gümüş madeni 2011 yılında çökmüş, toprağa karışmıştı havuzdaki siyanür...
Kaç yazı yazdım bugüne dek anımsamıyorum.
Düşsel yolculuğum sürüyordu...
Nusaybin’den Toroslar’a, oradan Datça’ya geçtim.
Doğanın yağmalandığını, yeni imar planları yapıldığını duyunca hiç şaşırmadım...
Turgut Özal döneminde başlamıştı bu talan ve vurgun...
Anımsayın Bergama Ovacık altın madenini, çevrecilerin direnişini, “casusluk” yaftasıyla DGM’de yargılanmalarını...
Yaşanan acıları, yüreklerin parçalanışını...
Hepsini bir araya koyup düşünün uzun uzun.

***

Ben biraz düşündüm...
2009 yılında Türkiye’yi yönetenler topraklarımızın altından altın fışkırdığını söylüyorlardı...
Yılda 15 milyar dolarlık altın çıkaracak, ülkemiz kalkınacaktı hızla.
Düş olduğu ortaya çıktı...
Çıktı ama o düşü yaşayanların sayısı az değil hâlâ...
O, güzelim koylarımız, büklerimiz, dağlarımız, ormanlarımız kapatıldı, yağmalandı, birileri köşeyi bir kez değil yüz kez döndü.
Arıcılık öldü, bal ithal eder hale geldik...
Ne ceviz üretiyoruz ne de badem...
ABD’den ve Kanada’dan ithal ediyoruz.
Terör giderek azgınlaşıyor, muhalif olanlara karşı şiddet ve baskı sürüyor.
Gazeteciler kıskaca alınıyor...
Görme!
Duyma!
Yazma!
Sözün özü:
“Uçurumdan aşağı yuvarlanıp gidiyoruz...”  



Yazarın Son Yazıları Tüm Yazıları

Aşklar ve sevinçler... 9 Eylül 2018
Hoşça kal hüzün... 6 Eylül 2018

Günün Köşe Yazıları